1925 isyanının ardından Kürt coğrafyasında yürürlüğe konulan bu kanun, sürgünleri, tutuklamaları ve askeri denetimi hukuki bir çerçeveye oturtmayı amaçlayan açık bir olağanüstü yönetim rejimini kurumsallaştırmıştır
Sertaç Çelikkaleli
Türkiye’de Kürt meselesinin; tartışmasız biçimde bir hukuk sorunu olmaktan çıktığı, hukukun bizzat sorun hâline getirildiği bir rejim meselesi olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk üzerinden yaşandığını gördüğümüz bu derin kriz, dönemsel bir aksaklık ya da teknik bir yargı sorunu olmanın ötesindedir. Dolayısıyla bu kriz, Kürt sorunu etrafında bir asrı aşkın süredir şekillenen ‘devlet aklı’nın tarihsel sürekliliğinin güncel bir tezahürünü ifade etmektedir. Devletin tarihsel olarak Kürtlere yönelik olan bu yaklaşımı, salt dönemsel politik tercihlerden ya da güvenlik kaygılarından ötürü olmamakla birlikte esasında kurucu bir ideolojiye ve onun sürekliliğini sağlayan inkârcı bir paradigmaya dayanmaktadır. Zemin edindikleri paradigma, Kürtlerin varlığını tanımamakla yetinmeyip hukuku bu inkârın asli aracı hâline getirmektedir. Türkiye’de hukukun neden işlemediğini ve anayasal düzenin neden fiilen askıya alındığını anlamanın anahtarı, Kürt halkının varlığının ve dolayısıyla da haklarının sistematik biçimde reddedilmesi ve bastırılması üzerine kurulu olduğunu gördüğümüz bu güvenlikçi ve inkârcı paradigmaya bakmak gerekmektedir. Keza kurulan bu düzende anayasal yurttaşlık tanımı; tek dil, tek kimlik ve tek millet ekseninde inşa edilmiştir. Kürtler başta olmak üzere diğer bütün kimlikler bu çerçevenin dışında bırakılmıştır. Böylece hukuk, eşitliği tesis eden bir düzen olmaktan çıkarak inkârın normatif zemini hâline gelmiştir.
Bugün hâlâ Kürt kimliği, kolektif bir halkın gerçeği olarak değil; yönetilmesi, bastırılması ve gerektiğinde cezalandırılması gereken bir “güvenlik problemi” olarak ele alınmaktadır. Bu yaklaşımın sürekliliği, hukukun evrensel ilkeleriyle değil, devletin ideolojik refleksleriyle açıklanabilir.
Hukukun askıya alınması: İstisnanın kural olması
Cumhuriyet tarihi boyunca ‘Kürtler söz konusu olduğunda’ hukuk, hiçbir zaman tarafsız bir haklar rejimi olarak değil; güvenlikçi politikaların ve inkârın meşrulaştırılması aracı olarak kullanılmıştır. Olağanüstü hâl uygulamaları, özel yetkili mahkemeler, siyasi parti kapatmaları, kayyım uygulamaları ve ceza hukuku eliyle yürütülen siyasal tasfiyeler, Kürt coğrafyasında istisna değil, olağan yönetim biçimi hâline geldiği görülmektedir.
Bugün “terörle mücadele” adı altında sürdürülen uygulamalar, geçmişin Takrir-i Sükûn Rejimi veya olağanüstü hâl yasalarından bağımsız değildir; bu, siyasal faaliyetlerin kriminalize edilerek siyasi temsilin yargı yoluyla fiilen tasfiye edilmesi sürecidir. Hukuk, bu sayede toplumsal barışın güvencesi olmaktan çıkıp, devletin siyaseti disipline etme ve bastırma aygıtına dönüşmüştür. Terörle mücadele mevzuatı, Kürt sorununda hukukun nasıl bir baskı aygıtına dönüştürüldüğünün en somut göstergesidir. Muğlak suç tanımları sayesinde siyaset, ifade özgürlüğü ve basın faaliyeti kriminalize edilmekte; Kürt siyasal alanı sistematik olarak tasfiye edilmektedir. Gazeteciler yazdıkları haberlerden, siyasetçiler yaptıkları konuşmalardan, belediye başkanları seçmen iradesini temsil ettikleri için yargılanmaktadır. Bu durum münferit hak ihlallerinden ibaret değil; kolektif bir cezalandırma rejimidir. Hukukun burada adalet üretmeyeceği açıktır.
Bu hukuksuzluk pratiğinin güncel ideolojik ve teorik çerçevesi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un savunduğu “milli yargı”, “yerli hukuk yorumu” ve “geçiş süreci” gibi söylemlerle kurulmaktadır. Uçum’un yaklaşımı, hukuku evrensel insan hakları normlarından kopararak, devletin güvenlik önceliklerine tabi kılan ve yargıyı siyasal iktidarın ideolojik çizgisine uyumlu hâle getirmeyi amaçlayan devlet merkezli bir hukuk tasavvurudur. Mehmet Uçum’un “kurucu hukuk”, “devletin bekası” ve “milli egemenlik” eksenli söylemleri, inkârcı paradigmanın güncel teorik zırhını oluşturmaktadır. Bu söylem, masum bir anayasa teorisi değildir; Kürt sorununda yüzyıllık inkâr siyasetini hukuki bir doktrine dönüştürme çabasından ibarettir. Uçum’un savunduğu modelde hukuk; bireyi, toplumu ve halkları devlete karşı koruyan bir sınır değil, devletin ideolojik reflekslerini tahkim eden bir itaat mekanizmasıdır. Bu yaklaşımda hukuk, evrensel ilkelerle bağlı değildir; aksine devletin kendisini tehdit altında hissettiği her anda askıya alınabilir. AİHM kararlarının uygulanmaması, uzun tutukluluklar, siyasi rehinelik pratiği ve muhalefetin yargı yoluyla bastırılması bu anlayışta bir “sapma” değil, bilinçli bir tercihtir. Uçum’un metinlerinde sıkça vurgulanan “kurucu irade”, gerçekte halkların özgür iradesini değil; devletin zor yoluyla dayattığı tarihsel inkârı temsil eder. Kürtlerin siyasal talepleri bu zihniyette hak arayışı olarak değil, bastırılması gereken bir varoluş tehdidi olarak kodlanır. Bu nedenle Uçum çizgisi, demokratik çözümün değil; istisna rejiminin, kalıcı olağanüstü hâlin ve hukuksuzluğun teorik gerekçesidir. Açık söylemek gerekir ki bu anlayış, yeni bir anayasa değil; inkârın ve baskının anayasal güvenceye kavuşturulması anlamına gelmektedir.
Bu yaklaşımın en çarpıcı yönü, Uçum’un bugün tartışılan “geçiş süreci” anlayışının tarihsel referansını 1928 tarihli 1239 sayılı Kanun’a dayandırmasıdır. 1925 isyanının ardından Kürt coğrafyasında yürürlüğe konulan bu kanun, sürgünleri, tutuklamaları ve askeri denetimi hukuki bir çerçeveye oturtmayı amaçlayan açık bir olağanüstü yönetim rejimini kurumsallaştırmıştır. Bu yasanın “emsal” olarak sunulması, çözümün demokratikleşme değil; kontrol, disiplin ve güvenlik ekseninde kurgulandığını; geçmişin inkâr ve bastırma politikalarının yeni kavramlarla yeniden üretildiğini açıkça göstermektedir.
AİHM kararları ve anayasal düzenin fiilen askıya alınması
İnkâr merkezli bu hukuk anlayışı, kendisini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının sistematik biçimde uygulanmamasında da göstermektedir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerin iç hukukun üstünde olduğunu açıkça belirtmektedir.
Kobani kumpas davasında yargılanan Selahattin Demirtaş hakkında verilen AİHM Büyük Daire kararı, tutukluluğun siyasi saiklerle sürdürüldüğünü ve demokratik siyasetin yargı yoluyla bastırıldığını net bir şekilde tespit etmiştir. Bu karara rağmen Demirtaş’ın, Yüksekdağ’ın ve diğer siyasetçilerin hala tutuklu olması, Anayasa’nın ve uluslararası insan hakları hukukunun fiilen askıya alındığını, yani hukukun bilinçli olarak devre dışı bırakıldığını tescil etmektedir. “Yerli ve milli hukuk” söylemi, bu keyfiyet rejiminin ideolojik gerekçesi hâline getirilmiştir. Kürt sorunu, esasen demokratik siyaset ve hukuk zemininde çözülebilecek bir toplumsal sorundur. Ancak DEM Parti ve öncülerinin çizgisi üzerinden yürütülen demokratik siyaset, sürekli olarak yargı tehdidi altında tutulmuş ve kriminalize edilmiştir.
Kobanê Davası, Kürt siyasetinin yargı eliyle tasfiye edilmesinin en kapsamlı örneğidir. Geçmiş dönemlerde de KCK yargılamaları üzerinden benzer şekilde siyasal açıklamalar, çağrılar ve toplumsal tepkiler, ağır cezalara gerekçe yapılarak seçilmiş temsilciler siyaset dışına itilmek hedeflenmiştir. Seçilmiş belediye eş başkanlarının görevden alınarak yerlerine kayyım atanması yolu ile halk iradesinin açık gaspı yerel demokrasiye değil; merkeziyetçi ve güvenlikçi devlet anlayışına hizmet etmektedir.
Yine cezaevlerinde İdari Gözlem Kurulları eliyle yürütülen infaz yakma uygulamaları, tutsakların özgürlüğünü idari ve ideolojik kararlara bağlamaktadır. Özellikle Kürt siyasi tutsaklar için “pişmanlık” kriteri, hukuki değil; siyasal bir teslimiyet ölçütü olarak işletilmektedir. Umut hakkının fiilen ortadan kaldırılması, çağdaş ceza hukukuyla bağdaşmayan, cezayı süreli olmaktan çıkarıp süresiz bir cezalandırma biçimine dönüştüren bir uygulamadır.
Bu ortamda Demokratik Toplum çağrısı, Kürt sorununun çözümünü devletin güvenlikçi ve inkârcı politikalarında değil; toplumun demokratik örgütlenmesinde görmektedir. Bu perspektif, Kürt özgürlük mücadelesini yalnızca etnik/kimliksel bir hak talebi olarak değil; Türkiye’de hukukun ve demokrasinin yeniden inşasının kurucu dinamiği olarak ele almaktadır. Gerçek çözüm, hukuku devleti koruyan bir araç değil, toplumsal barışı ve eşitliği kuran bir zemin olarak kabul etmeyi gerektirmektedir. Demokratik Toplum anlayışının temel talepleri şunlardır: Eşit yurttaşlık ve anadilde eğitim başta olmak üzere kültürel hakların tanınması, güçlendirilmiş yerel demokrasi ve halk iradesinin kayyımlarla gaspına son verilmesi, yargı bağımsızlığı ve AİHM kararlarının eksiksiz uygulanması, demokratik siyasetin önünün açılması ve siyasi tutukluların serbest bırakılmasıdır.
Demokratik Toplum çağrısını sisteme içkin, uzlaşmacı ve devleti esas alan bir arayış olarak sunan yaklaşımlar, bu perspektifin gerçek siyasal anlamını bilinçli biçimde daraltmaktadır. Oysa Demokratik Toplum anlayışı, Kürt sorunu etrafında yüzyılı aşkın süredir inşa edilen inkârcı, güvenlikçi ve otoriter devlet aklını veri alan değil; tam tersine bu devlet aklını tarihsel olarak aşmayı ve zorunlu bir dönüşüme tabi kılmayı hedefleyen bir mücadele hattıdır. Bu paradigma, mevcut rejimle makul bir uzlaşma zemini arayışı değil; inkârın, baskının ve hukuksuzluğun kurumsallaştığı devlet düzeninin çözülmesini esas alan demokratik bir toplumsal inşa perspektifidir. Dolayısıyla Demokratik Toplum yaklaşımı, sistem içi bir reform önerisi değil; halkların eşitliği, özgürlüğü ve demokratik öz örgütlenmesi temelinde yüzyıllık devlet aklının kırılmasını dayatan siyasal bir kopuş çağrısıdır.
Türkiye’de hukuk krizi, en ağır biçimiyle Kürt sorunu üzerinden derinleşmiştir ve bu krizin çözümü de tam olarak bu zeminde atılacak adımlarla mümkündür. Mehmet Uçum’un temsil ettiği güvenlikçi devlet aklı, “milli yargı” ve “geçiş süreci” söylemleriyle çözümsüzlüğü süreklileştirirken; Demokratik Toplum perspektifi, hukuku devlete değil, devleti hukuka bağlayan bir anlayışı savunmaktadır. Türkiye’nin demokratik geleceği, geçmişin olağanüstü hukuk rejimleriyle değil; hak temelli hukuk, tanıma ve müzakere ekseninde, birlikte, eşit ve özgür yaşamı talep eden tüm toplumsal kesimlerin ortak mücadelesiyle inşa edilecektir.









