Bugün mesele, yalnızca teorik bir Apoculuk-Marksizm tartışması yapmak değildir; esas sorun, yürüyen sürece karşı konum almaktır
Engin Barin
Son bir ay içinde, 60’lar, 70’ler gibi sosyalizm, Marksizm, sınıf teorileri, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramlar tartışılıyor. Tabii ki bu tartışmalar Demokratik Toplum ve Barış Konferansı’nda, özellikle Öcalan’ın mesajının daha önce İmralı’da da bulunan 32 yıllık tutsak olan Veysi Aktaş tarafından okunmasından sonra başladı. Konferansta da genel olarak sosyalizm ve Marksizm tartışmaları yapıldı. Ama bu yeni bir şey mi? Elbette değil.
Öcalan başından beri ama özellikle son 20 yıldır Marksizm eleştirilerini kuramsal olarak ortaya koyuyor. Kürdistan Manifestosu’nda da Marksizm değerlendirmeleri yapılmıştır. Demokratik Uygarlık Manifestosu’nun komple beş cildi zaten yine bu eleştirilerin içinde olduğu metinlerdir. Zaten daha ilk yıllardan hemen sonra yapılan çözümlemeler, bu hareketin hiçbir zaman bütünüyle klasik, sıradan ya da dogmatik bir çizgide kalmayacağını gösteren çok önemli ipuçları barındırır. Örneğin dine yaklaşım konusunda, “kimse benden dine klasik bir sosyalist gibi yaklaşmamı beklemesin” biçimindeki ifadeler, bu özgünlüğün erken işaretleridir.
Şimdi Marksizm’e yönelik eleştirileri bütünlüklü biçimde ele alırsak; birincisi, Marksizm tarihe esas olarak sınıf savaşları perspektifinden bakar. Apoculuk devlet-komün ikilemi üzerinden tarihi okur. Marksizm pozitivist bir yöntemle toplumu açıklamaya çalışır. Apoculuk tarihsel sosyoloji ile toplumu okur. Marksizm Ulus-devleti çirkin bir iktidar yapılanması olarak ele almasına rağmen, ona karşı köklü ve bütünlüklü bir alternatif geliştirmede yetersiz kalmıştır. Öcalan için Ulus-Devlet Kapitalist Modernite’nin kapitalizm ve endüstriyalizm ile beraber üçlü sac ayağını oluşturur. Marksizm de devrimin öznesi işçi iken Apoculukta sadece bilinç yetmez mekansal kopuşu da şart koşar ve kendi komününü inşa etmeye zorlar. İşçi sistem içinde olduğu sürece kapitalist moderniteyi büyütür ve bu da modern köleliği ifade eder.
Buna karşın Marksizm’in kapitalizme dair çözümlemeleri son derece önemlidir ve hâlâ güçlüdür. Artı değer teorisi sermayedarların hırsızlığını bilimsel olarak deşifre etmiştir. Ancak tarih, toplum ve iktidar ilişkilerini yalnızca sınıf eksenine indirgemesi, özellikle Ortadoğu ve Kürdistan gibi tarihsel, kültürel ve inançsal derinliği olan coğrafyaları anlamakta ciddi sınırlar yaratmaktadır.
Bu nedenle Öcalan’ın paradigması, Marksizm’in eksik kalan ya da indirgenmiş yönlerini aşmaya dönük bir paradigma olarak ortaya çıkmıştır. 1800’lerin konjonktüründe gündem olmayan, görmezden gelinen ya da üzerine yeterince eğilinmeyen olguları (kadın özgürlüğü, inanç, kuantum, pozitivizm eleştirisi, endüstriyalizm vb.) Demokratik Ulus Paradigması’na dahil etmesi; aslında sosyalizmi kendi öz ruhuna daha uygun bir zemine çekme girişimidir. Bu yaklaşım, sosyalizmin demokratikleşmesi anlamına gelmektedir.
Zaten sosyalizmin gerçek anlamda bilimselleşmesi, yani “bilimsel sosyalizm” olarak anlam kazanması, ancak demokratik sosyalizmle birlikte evrildiği ölçüde mümkündür. Demokrasiyle buluşmayan, toplumsal çoğulluğu ve farklılıkları içermeyen bir sosyalizm, bilim olma iddiasını da giderek yitirir.
Bu anlamda sosyalizmin bilim olarak değeri, yalnızca teorik bir iddia değil; aynı zamanda mücadele pratiği içinde sınanan, geliştirilen ve yeniden üretilen bir nitelik olarak ortaya çıkar. Diyalektik materyalizmin gereği bu böyledir. Genel olarak yapılan eleştiriler ve değerlendirmeler de bu çerçevede şekillenmektedir.
Bunları yazıyoruz ama keşke dert ideolojik tartışmalar olsa da doyasıya polemik yapabilsek. Açık ve net bir şekilde söyleyeyim, Öcalan’ın ince eleyip sık dokuduğu bu sürece doğrudan karşı çıkmayan; karşı çıktığı takdirde kendi tarihsel ve ideolojik gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalacağını bilen kimi çevreler, uzun süredir kaçak dövüşmeyi tercih etmektedir. Herkesin bildiği gibi yaklaşık yirmi yıldır Öcalan tarafından Marksizm’e yönelik çeşitli eleştiriler zaten dile getirilmektedir. Bookchin’in Marksizme yönelik eleştirilerini düşünerek hatırlayalım; 2006’da Özgürlük Hareketi, M. Bookchin’i “20. yüzyılın en büyük sosyalbilimcisi” diye selamladı. Bu eleştirilere rağmen on yıllardır Apocular ile beraber omuz omuza mücadele eden Marksistlerin varlığına rağmen ne oldu da şimdi birden kimi sosyalist çevreler aydınlandı! Bu gerçekten ideolojik bir tartışma mı yoksa farklı bir nedeni daha var mı? Kuşkusuz bu eleştirilerin bugün daha görünür ve farklı bir ağırlıkla ele alınmasının nedeni, eleştirilerin içeriğinden çok, sürecin kendisidir.
Bugün mesele, yalnızca teorik bir Apoculuk-Marksizm tartışması yapmak değildir; esas sorun, yürüyen sürece karşı konum almaktır. Bu nedenle kimi eleştiriler, sürecin özüne dokunmaktan kaçınarak, dolaylı ve temkinli biçimlerde dile getirilmektedir.
Yoksa tabii ki bütün bu eleştiriler ve tartışmalar hem demokratik kültürün hem de sosyalist kültürün temel gereklerindendir. Ancak Kürt sorunu temelinde açığa çıkan ve tarihsel olarak bir savaşa dönüşmüş bir çatışmanın başka bir evreye taşınabilmesi için, çatışan tarafların bir masa etrafında oturması zorunlu bir siyasal gerekliliktir. “Savaşanlar ancak barışı getirebilir.” Bu zorunluluğu, meseleyi bağlamından kopararak ideolojik bir taviz gibi ele almak ve buradan hareketle Apoculuk’a yöneltilen saldırılara meşruiyet üretmek ise bambaşka anlamlar taşımaktadır. Bu yaklaşım, ne demokratik müzakereyi ne de sosyalist siyasal aklı temsil eder; aksine, sürecin tarihsel ve toplumsal zorunluluklarını görmezden gelen indirgemeci bir tutumu yansıtır. Elbette bu da büyük bedeller ödeyen Türkiye Sosyalist geleneğinin; Kurdistan sosyalistleri ile stratejik ittifakını daha şimdiden seçim çalışmalarına kurban etmektir.








