Sayın Öcalan’ın bütüncül hukuk, barış hukuku ve demokratik entegrasyon kavramları; tek tek alındığında değil, ortaya koyduğu paradigmanın bütünü içinde okunduğunda anlam kazanır. Bu çerçeve iki ana başlık altında ele alınabilir. Birincisi anayasanın zihniyeti, ikincisi ise hukuk ile dinamik toplum arasındaki demokratik ilişkidir.
1. Toplum Merkezli Hukuk
Bütüncül hukukun ilk ve zorunlu aşaması, bireyleri, toplumları ve toplumsal kimlikleri koruma altına alan demokratik bir anayasal çerçevenin kurulmasıdır. Burada temel mesele, devletin kendisini belirli bir aidiyetin, kimliğin ya da tarih anlatısının temsilcisi olarak tanımlamasından vazgeçmesidir. Devlet, belli bir zümrenin kimliğiyle özdeşleştiğinde, o kimliğe yöneltilen her eleştiriyi ya da talebi otomatik olarak tehdit olarak algılar.
Bu nedenle anayasa; Kürtleri, Alevileri, farklı inanç ve kültürel toplulukları soyut “vatandaşlık” başlığı altında görünmez kılmak yerine, onları alt başlıklarıyla tanımlayarak anayasal güvence altına almalıdır. Örneğin bir topluluğun tarihsel kökeni, dili, kültürü, inanç geleneği ve kutsalları anayasal düzeyde tanınmalı; devlet bu kimliklerin yaşamasına, kendini geliştirmesine ve bireylerin kendi tanımladıkları kimlik üzerinden var olmasına imkân sağlamalıdır. Anayasanın varlık nedeni devleti korumak değil; bireyi, toplumu ve toplumsal kimlikleri korumaktır.
Bu zihniyet değişikliği olmadan, alt yasaların adil işlemesi de mümkün değildir. Anayasa ile yerel ve uygulayıcı yasalar aynı zihniyetle birbirini tamamlamadığında, hukuk parçalı hâle gelir. Bütüncül hukuk, anayasa ile alt yasaların aynı toplumsal ve demokratik perspektifte uyumlu çalışması demektir.
Bu çerçeve kurulmadığında ortaya çıkan tablo Türkiye’de fazlasıyla tanıdıktır. TMK ya da TCK gibi düzenlemelerde devlet, kendi değerlerine yönelik eleştiriyi tehdit olarak görür. Devlet bir kişiyi ya da topluluğu “bölücülükle” suçladığında, suçluluğu ispatlamak yerine kişiden masumiyetini kanıtlamasını bekler. Oysa hukukta esas olan, vatandaşın suçlu olduğunu iddia eden birey ya da kurum, iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Bu tersine işleyen mantık, Türkiye’de yargı sisteminin yapısal sorunlarından biridir ve doğrudan devletin kendisini belli bir kimlik üzerinden tanımlamasının sonucudur.
2. Hukukun Toplumla İlişkisi
Bütüncül hukukun ikinci ayağı, hukukun dinamik toplumla kurduğu demokratik ilişkidir. Bu yalnızca yasaların düzenlenmesi meselesi değil, aynı zamanda demokratik toplumun oluşumunda hukukun omurga işlevi görmesidir. Sayın Öcalan’ın ahlak–politika ilişkisi, devlet artı demokrasi çözümlemeleri ve demokratik ulus yaklaşımı bu noktada anlam kazanır. Burada amaç, toplumun kendi ahlaki çerçevesi içinde politikleşmesini sağlamaktır.
Pozitif hukuk ve ulus-devlet modeli, suç ve ceza gibi doğrudan toplumsal ahlak alanına giren meseleleri toplumun elinden alır ve merkezi meclislerde yazar. Bu meclislerin anayasası tekçi ve ulus-devletçi bir zihniyetle kurulduğunda, suç ve ceza anlayışı da buna göre şekillenir. Oysa demokratik bir yaklaşımda toplum, kendisi hakkında karar verebilen politik bir özne hâline gelir. Daha iyi anlaşılması açısından ABD’deki sistemden bir örnek gösterilebilir. Aynı model birebir uygulanmak zorunda değildir; ancak demokratik sayılabilecek bir yaklaşımı temsil eder.
Kırsal bölgelerde suç işleyen bir kişi önce o yörenin şerifiyle muhatap olur. Şerif, halk tarafından seçilmiş biridir ve bölgedeki insanları tanır. Failin niyetini, hangi koşullar altında bu fiili işlediğini, tekrar riski olup olmadığını bilir. Eğer suç topluma zarar veren ve tekrarlanma ihtimali olan bir nitelik taşıyorsa dosya mahkemeye sevk edilir. Mahkemede ise suçluluk kararı, yine halkın seçimiyle oluşmuş, adil olduğu kabul edilen jüri tarafından verilir. Jüri “suçludur” dediği anda, mahkeme ilgili yasa çerçevesinde cezayı uygular. Yani mahkeme toplumdan gelen istekleri koordine etmekle sorumludur. Karar merci değil toplumdan gelen kararı sadece ilgili yasalar çerçevesinde uygular. Buradaki fark sadece adil yargılama meselesi değildir; asıl fark, toplumun kendi kendini takip edip edememesi, kendisi hakkında söz söyleyip söyleyememesidir. Birinde politik toplum vardır, diğerinde ise edilgen bir toplum vardır.
Türkiye’de yüz yıldır süren tek kimlik dayatması, birçok kesimi kimliksizleştirmiştir. Oysa her yörenin, her mahallenin, her sokağın kendine ait kültürel kimlikleri vardır. Kimlik meselesi yalnızca Kürtlük ya da Türklükten ibaret değildir. Yerel kültürler, ekonomik ilişkiler, gelenekler, kurallar ve yaşam biçimleri de birer kültürel kimliktir. Bu kimliklerin kendi toplumsal yapılarıyla birlikte var olması, kendi hukuklarını üretmesi ve kendini koruyabilmesi demokratik cumhuriyetin ve demokratik ulus anlayışının temel gereğidir. Bu verili dünya sisteminden epistemolojik bir kopuştur. Bazıları milli Tarihte ilk kez devlet ile toplumun eşit seviyeye gelmesidir. Demokratik cumhuriyetin, politik bireyin ve ahlaki toplumun oluşmasıdır…
Bir sonraki yazı demokratik entegrasyon. Son yazımızda barış hukukunu, DEM Parti’nin dönemsel süreç tanımlaması çerçevesinde açmaya özen göstereceğiz.









