PYD Eşbaşkanlık Konseyi Üyesi Aldar Xelîl, HTŞ’nin bir yıllık iktidarının Suriye’yi demokratik çözümden uzaklaştırdığını ve Baas rejiminin daha sağcı bir devamı olduğunu ifade etti; Türkiye’nin müdahaleleri nedeniyle karar bile alamadığını vurguladı
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin önemli isimlerinden PYD Eş Başkanlık Konseyi Üyesi Aldar Xelîl, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) liderliğindeki Şam yönetiminin iktidara gelmesinin üzerinden geçen bir yılı ANF’ye değerlendirdi.
Xelîl, HTŞ pratiğinin Suriye halklarının devrim taleplerini temsil etmediğini, aksine Baas rejiminin radikal bir versiyonu olduğunu belirterek ülkede yaşanan katliamlar, dışlayıcı politikalar ve Türk devletinin müdahalelerine dikkat çekti. Xelîl, Özerk Yönetim’in sunduğu ademi merkeziyetçi modelin ise Suriye’nin gerçek birliğini sağlayabilecek tek alternatif olduğunu vurguladı.
- HTŞ’nin iktidara getirilmesinin üzerinden bir yıl geçti. Bu süre içinde HTŞ’nin yönetim, güvenlik, ekonomi ve yargı alanlarındaki pratiği size neyi anlatıyor?
Suriye’de eski rejimin yıkılmasının ve HTŞ’nin Şam’da iktidarı ele geçirmesinin üzerinden bir yıl geçti. Ancak bu iktidar değişimi, Suriye halklarının devriminin doğal bir sonucu olarak gerçekleşmedi. HTŞ, halkın temsilcisi olarak değil; aksine dış müdahaleci güçlerin Suriye sürecine dair oluşturduğu bir planın parçası olarak iktidara getirildi. Bu güçler ortak hareket etti. Özellikle Gazze’de yaşanan gelişmeler ve İsrail ile bazı bölge devletleri arasında ortaya çıkan savaş ve gerilimler sonrasında bölgesel dengeler değişti. Bu değişim, rejimin değiştirilmesi yönünde bir kararın alınmasında etkili oldu.
Fakat bugün Şam’da iktidarda olan HTŞ, Suriye halklarının taleplerini hiçbir şekilde temsil etmiyor. Bu yapı, devrimin sözcüsü ya da halkların iradesinin taşıyıcısı değil. Aksine, kurulan bu hükümet, özünde Baas rejiminin farklı bir versiyonu niteliğinde. Değişen tek şey ideolojik yönelimdir. Baas Partisi kendisini geçmişte solcu bir çizgide tanımlıyordu. Bugün ise HTŞ, sağcı ve radikal bir ideolojik hatta dayanıyor. Bunun dışında ekonomi, adalet sistemi, parlamento anlayışı, devlet yönetimi ve çalışma biçimi bakımından ortaya çıkan tablo, Suriye’nin gerçek temsiliyetini yansıtmıyor.
Bugün izlenen yöntemler, devrim için bir çözüm üretildiğini göstermiyor. Şam kendisini Suriye’nin başkenti olarak tanımlıyor. Ancak fiiliyatta ülkenin büyük bir bölümüyle bağı kopmuş durumda. Bu bölgelerde Suriye egemenliği temsil edilmiyor. Özellikle Türkiye’nin işgali altındaki bölgeler buna örnek teşkil ediyor. Şam’ın bu bölgelerde ne kadar etkisi var? Kurulan geçiş hükümeti, bir yıl içinde bu bölgelerde ne ölçüde varlık gösterebildi, kurumlarını kurabildi ve gerçekten “Burası Suriye toprağıdır” diyebildi mi? Hayır. Bu bölgeler hâlâ Türkiye’nin işgali altında.
Aynı durum sahil bölgeleri için de geçerli. Lazkiye ve Tartus Suriye’nin bölgeleri değil mi? Ancak Şam yönetimi bu bölgelerde de etkili bir temsiliyet kurabilmiş değil. Güney Suriye’de yaşanan gelişmeler sonucunda ise neredeyse yan yana duran, komşu iki devlet görüntüsü ortaya çıkmış durumda. Kuzey ve Doğu Suriye’de ise bir yönetim ve örgütlenme mevcut. Şimdiye kadar bir devlet kurumu burada faaliyet göstermiyor. Buna rağmen çeşitli anlaşmalar ve ittifaklar söz konusu.
Sonuç olarak, bugün Şam’da yaşananlar esasen Şam ve Hama’nın bir kısmı ile İdlib’in sınırlı bir bölgesiyle sınırlıdır. Bunun dışında “Ben tüm Suriye’nin temsilcisiyim” diyebilecek bir gerçeklik yoktur. Oysa eski rejim, merkezi ve baskıcı yöntemlerle de olsa, istihbarat, ordu ve devlet aygıtları aracılığıyla ülkenin tamamında kendi egemenliğini kurabilmişti. Bugün ise bu durum ortadan kalkmış durumda.
Bir yıl geçti, rejim yıkıldı. Ancak bu süre zarfında ne kapsayıcı bir hükümet kuruldu, ne kapsayıcı bir parlamento oluşturuldu, ne anayasa hazırlayacak geniş katılımlı bir komite kuruldu, ne de imzalanan anlaşmalar hayata geçirildi. Bu bir yıl boyunca Suriye adeta bir boşlukta bırakıldı. Dahası, boşluğun yerine Suriye’nin iradesi daha da fazla dış güçlere teslim edildi. Ülkenin egemenliği korunamadı.
- Son bir yıl içinde HTŞ’nin uygulamaları ve Suriye’deki durum, demokratik bir devrimi temsil etme kapasitesini nasıl etkiledi? Toplumsal, özellikle kadın hakları açısından ne tür sonuçlar doğurdu?
Demokratik olmayan ve toplumu yönetebilecek gelişmiş bir siyasi kültüre sahip bulunmayan bir yapı, bir devrimi temsil edemez. Nitekim geçen bir yıl içinde yaşananlar bunu açıkça gösterdi. Sayısız katliam yaşandı, insanlara büyük zulümler uygulandı. Suriye’de insanlar yalnızca kimlikleri nedeniyle öldürülür hale geldi. Birine “Alevi misin?” diye soruluyor. “Aleviyim” demesi başının kesilmesi ya da öldürülmesi için yeterli olabiliyor. Kendilerinden olmayanı kabul etmiyorlar.
Örneğin sahil bölgelerinde yılın başından itibaren saldırılar başladı. Binlerce insan katledildi, binlerce kadın kaçırıldı. Bu uygulamalar hâlâ devam ediyor. Süveyda’da da benzer saldırılar gerçekleşti. Orada halk bir direniş gösterdi ve bu uygulamaları kabul etmedi. Ancak imkânları sınırlıydı. Şam’ı ele geçiren bu güçler, Suriye toplumuna son derece sert ve dışlayıcı bir yaklaşımla yaklaşıyor.
Şêxmeqsud ve Eşrefiyê mahallelerinde de aynı yöntemler uygulandı. Bu mahallelere saldırdılar, ele geçirmek istediler. Ancak olumlu olan şey halkın direniş göstermesiydi. Eğer bu direniş olmasaydı, sahil bölgelerinde yaptıklarının aynısını burada da yapacaklardı. Bugün Kuzey ve Doğu Suriye ise sürekli tehdit altında. “Savunma sisteminiz olmasın”, “QSD dağıtılsın” deniliyor. Entegrasyon bahanesiyle halk savunmasız bırakılmak isteniyor. Amaç, kendi politikalarını rahatça uygulayabilmek.
HTŞ’nin yaklaşımı şudur: Kendilerini her şeyin merkezine koyuyor, toplumun bileşenleri arasında ayrım ve hiyerarşi yaratıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyeni, radikal ideolojilerine uymayanı ve kendi yapılarına dâhil olmayanı dışlıyorlar. Bugün bu uygulamaların her yerde açıkça görülmemesinin tek nedeni, henüz güçlerini tam anlamıyla inşa edememiş olmalarıdır. Eğer bu gücü tamamen kurmuş olsalardı, bu baskılar çok daha yaygın olurdu.
Bugün Süryaniler, Asuriler, Ermeniler, Êzidîler, Aleviler ve Dürziler dâhil olmak üzere Suriye’deki tüm toplumsal kesimler bu durumdan büyük rahatsızlık duyuyor. Şeriat adı altında ülkeyi yönetmek istiyorlar. Oysa Suriye çok kimlikli ve çok inançlı bir ülkedir. Bu çeşitliliği yok sayarak tekçi bir anlayışla yönetilemez. İnsanlar artık kimliğini açıkça söylemeye bile cesaret edemez hale gelmiş.
Suriye tarihsel olarak zenginliği ve çeşitliliğiyle bilinen bir ülkedir. Ancak bugün gelenler genel sorunları çözmeden, toplumun bileşenleri arasında bir uzlaşı sağlamadan önce, erkek egemen iktidarı güçlendiren yasaları hayata geçirmeye başladılar. Kadının iradesini kıran yasalar çıkarıyorlar; kendi çocuğu üzerinden, küçük çocuğuna kefil olma hakkı olan kadının bu hakkını elinden alıyorlar. Bugün küçük yaştaki bir çocuk, yaşı 18’den küçük olsa bile bir yere gitmek istediğinde annenin imzası kabul edilmiyor; babanın imzası şart koşuluyor. Bu tür yasalar çıkardılar.
Henüz kapsamlı bir yasa bile çıkaramamışken, kadını ne kadar iradesiz ve etkisiz bırakacaklarsa onu yapıyorlar. Ama Suriye’yi demokratikleştirecek yasalar söz konusu olduğunda “Beklesin” diyorlar. Bu yaklaşım, HTŞ’nin Baas Partisi’nin bir kopyası olduğunu, ancak daha sağcı ve çağın gerisinde bir anlayışla hareket ettiğini gösteriyor. Zamanın gereklerine göre devrimin sürecine ve taleplerine göre kendilerini değiştirmek ve ileriye taşımak yerine, Suriye’yi geriye götürmek istiyorlar.
- Son haftalarda, başta Türkiye’den gelen siyasi açıklamalarla eş zamanlı olarak artan askeri tehditler ve saldırıları nasıl okuyorsunuz? Bu açıklamalarla sahadaki askeri hareketlilik arasında doğrudan ya da dolaylı bir koordinasyon görüyor musunuz?
Türkiye’nin Suriye’deki rolü biliniyor. 2011’de devrim başladığı andan itibaren Türkiye doğrudan Suriye sahasına dahil oldu. Kendilerini “muhalefet” olarak tanımlayan grupları kendi denetimi altına aldı ve onların adına Suriye’ye müdahale etti.
Bu müdahale yalnızca siyasi, ekonomik ve diplomatik alanlarla sınırlı kalmadı. Türkiye’ye bağlı silahlı gruplar sahada aktif durumda ve Suriye coğrafyasının bir bölümü fiilen işgal altında. Türk devleti öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, Suriye’de herhangi bir değişikliğin yapılmasını ancak kendisi “evet” derse kabul ediyor. Esasen kendisini Suriye üzerinde bir kayyum gibi konumlandırmış, Suriye’yi yönetir hale gelmiş.
Evet, bugün Şara ve grubu Şam’ı yönetiyor; ancak birçok kritik kararı bağımsız biçimde alamıyorlar. Türkiye “Bunu yapın” demedikçe adım atamıyorlar. Türkiye askeri alandan teknik altyapıya kadar birçok konuda doğrudan müdahil. “Askerlerinizi, subaylarınızı biz eğiteceğiz” diyor. İnternet ve telefon sistemlerini kendi denetimine almış durumda. Güvenlik mekanizmalarını kontrol ediyor, ekonomiye müdahale ediyor. Zaten coğrafyanın bir kısmı da fiilen kontrolü altında.
Türkiye, Suriye’yi kendi devamı olan bir sisteme dönüştürmek istiyor. Suriye halkı kendi iç sorunlarını çözmeye çalıştığında bile buna izin verilmiyor. Örneğin Hakan Fidan, Suriye’nin dışişleri bakanı olmamasına rağmen, Suriye hakkında Suriye Dışişleri Bakanı’ndan daha fazla açıklama yapıyor. Günlük açıklamalarına bakıldığında Türkiye’nin iç gündemi için bir açıklama yapıyorsa, Suriye için iki açıklama yapıyor. Bu durum, müdahalenin ulaştığı düzeyi açıkça ortaya koyuyor.
Öte yandan Türkiye’nin kendi içinde de bir süreçten geçtiği biliniyor. Önder Apo, Bakurê Kürdistan’da Kürt sorununun ve Kürtler ile Türkler arasındaki sorunun çözümü için bir inisiyatif ortaya koydu. Bu süreç belli bir aşamaya kadar ilerledi. Türk devleti de sözde bu sürece duyarlı olduğunu ve ilerlemesini istediğini ifade ediyor.
Ancak burada ciddi bir çelişki var. Bir yandan “Kürt sorununu Kürtlerle birlikte çözmeye hazırım” deniyor; diğer yandan Suriye’de Kürt sorununun çözülmesine izin verilmiyor. Eğer gerçekten Bakur’daki sorunun çözülmesi istenseydi, Suriyelilerin kendi aralarında kurmaya çalıştığı birlikteliğe destek olunur, uzlaşıya yardımcı olunur, bu süreçlerin bozulmasına müdahale edilmezdi.
Oysa bugün hem Bakur’da hem Türkiye’de “Çözüm istiyorum” denilirken, Suriye’ye müdahale edilerek bu çözümün ilerlemesi engelleniyor. Birçok kez, bizimle Şam arasında bir gelişme yaşandığında, Türkiye’nin müdahalesi nedeniyle bu süreçler durduruldu.
Uluslararası kararlarda Suriye hesaba katılmak zorunda
- Artan saldırılar ve tehditlerle birlikte bölgesel ve uluslararası aktörlerin açıklamaları dikkate alındığında, Suriye bugün en acil ve somut hangi güvenlik ve siyasal risklerle karşı karşıya? Bu risklerin ülke geneline yayılma ihtimali var mı?
Bugün Suriye’de çok sayıda küresel güç bulunuyor. Uluslararası koalisyon 70’ten fazla devletten oluşuyor. Rusya, İsrail ve Türkiye sahada aktif. Suriye’de farklı gruplar var ve her biri farklı bir güce bağlı. Bu tablo, Suriye’de yaşananların bölgedeki genel gelişmelerden bağımsız olmadığını gösteriyor.
İsrail’de, Lübnan’da, Irak’ta, Suudi Arabistan’da bazı değişimler yaşanıyor. Yönetim biçimleri, ilişkiler ve ittifaklar yeniden şekilleniyor. Bu değişimlerin tamamı birbirini etkiliyor ve Suriye de bu süreçlerden doğrudan etkileniyor.
İsrail bugün Hindistan’dan başlayıp Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya uzanan küresel bir ticaret koridoru hedefliyor. Bu yolu güvenli ve garanti altına almak istiyor. Bu güvenliğin tamamlanması için de Suriye’nin ve Lübnan’ın kontrol altına alınması gerektiğini ifade ediyor. Lübnan’ı kontrol altına almak için de Hizbullah’ı kontrol altına almak istiyor. Suriye’de ise rejim yıkılıyor ve yeni bir rejim inşa ediliyor. Yani uluslararası güçler kendi çıkarlarını gözetliyor. Bir aşama kalmış; bu aşamadan sonra Kıbrıs sürecine geçilecek. İsrail’den Kıbrıs’a uzanan hattın tamamlanması, Suriye dosyasında önemli bir değişimi beraberinde getirecek. Ardından Türkiye dosyası gündeme girecek. Şu anda tam da böyle bir sürecin içindeyiz.
Bu süreçte, uluslararası düzeyde hangi karar alınırsa alınsın; Kıbrıs, İsrail, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Türkiye, İran ve Irak için, hatta Yemen’e ilişkin kararlar söz konusu olduğunda bile Suriye’nin durumu mutlaka hesaba katılmak zorunda. Bu nedenle bugün bölgede yaşanan her değişim, Suriye’yi doğrudan etkiliyor. Aynı şekilde Suriye’deki gelişmeler de bu dosyaların tamamı üzerinde belirleyici etki yaratacaktır.
Şam’a yaptıkları ziyaret, uzlaşmayı engelleme amaçlıdır
- Türkiye, bir yandan “çözüm” ve “istikrar” vurgusu yaparken, diğer yandan askeri tehditlerini ve operasyonlarını sürdürüyor. Ankara ne amaçlıyor? Bu çerçeveden bakıldığında sahadaki gerçeklik neyi ifade ediyor?
Hakan Fidan’ın Şam’a gelişi ve beraberindeki heyetin amacı nettir: Şam’a Türkiye’nin şartlarını dayatmak ve kendi gelecek planlamasını kabul ettirmek. Mesajları şudur: “Kuzey ve Doğu Suriye konusunda bir uzlaşı olacaksa, bu bizim şartlarımıza göre olacak.”
Türkiye kendi şartlarını herkesin önüne koyuyor. Bunu hayata geçirmek için de Özerk Yönetim üzerinde askeri baskı kuruyor, basın yoluyla Kuzey ve Doğu Suriye’yi açıkça tehdit ediyorlar. Son derece tehditkâr bir üslupla konuşuyorlar; kendi denetimindeki ve Şam’a bağlı silahlı gruplara bizi nasıl tehdit edeceklerini adeta öğretiyorlar.
Her iki taraf da bu tehditleri, özel savaş yöntemleriyle yürütüyor. Amaçları, Kuzey ve Doğu Suriye’nin kendi dayattıkları şartları kabul etmesini sağlamak. Dayatma şu: “Ya kendi sisteminizi tasfiye edeceksiniz, ya da bizim istediklerimizi kabul edeceksiniz,” diyorlar.
Türkiye bu tehditlerle aynı zamanda Şam’ı da buna alıştırmak istiyor. “Bırakın biz Kuzey ve Doğu Suriye’yi tehdit edelim, bölge bizim şartlarımızı kabul etsin,” demek istiyorlar. Şam’a yaptıkları ziyaretler de bu planlamanın bir parçasıdır. Hatta bizimle Şam arasında bir uzlaşı oluşmaması için ellerinden gelen tüm girişimlerde bulunacaklardır.
Şunu açıkça söylemek gerekir: Herhangi bir müdahale gerçekleşirse, bu müdahale Suriye halklarının çıkarlarına ve Suriye halklarının birliğine karşı hazırlanmış bir planın parçası olacaktır.
Demokratik ulus, Suriye için tek alternatiftir
- Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, bu askeri ve siyasi baskı ortamında hangi somut çözüm önerilerini masaya koyuyor? Özerk Yönetim’in sunduğu model, Suriye’nin geleceği ve ortak yaşamı açısından nasıl bir alternatif sunuyor?
Kuzey ve Doğu Suriye projesi 2011’den bu yana yürürlüktedir. Dile getirdiğimiz şey teorik bir proje değil; pratikte hayata geçirilmiş, kurumsallaşmış bir sistemdir. Özellikle 2014’ten sonra bu teoriyi pratiğe dönüştürdük ve bugüne kadar da sürdürdük.
Bu sistem şunu gösteriyor: Bir toplum, ademi merkeziyetçi bir biçimde ve kendi toplumsal iradesiyle kendini nasıl yönetebilir? Kendi ekonomisini, savunmasını, eğitimini, sağlığını, örgütlenmesini ve temel ilkelerini nasıl belirleyebilir? Bizim sunduğumuz sistem tam olarak bunu ortaya koyuyor.
Bu sistem, Suriye’nin birliğini sağlayan bir sistemdir. Çünkü Suriye’nin birliği iki şekilde sağlanabilir. Birincisi; zorla, askeri ve istihbarat yöntemleriyle halkları bir arada tutmaya çalışırsınız. İkincisi ise; karşılıklı kabul, dayanışma ve gönüllü birliktelik üzerinden toplumun kendi rızasıyla birliğin oluşmasını sağlarsınız.
Bugün yapılmak istenen şey nedir? Güç ve zor kullanarak “birliği sağladık” demektir. Oysa bu yöntem toplumun içine daha fazla parçalanma sokmuştur. Örneğin bu süreçte Aleviler dışlandı. Bin dört yüz yıl önce var olan Alevi–Sünni gerilimi yeniden canlandırıldı. Müslüman–Dürzi meselesi yeniden gündeme getirildi; oysa Dürziler ayrı bir inanç topluluğudur.
Aynı şekilde Müslüman-Hristiyan ayrımı yeniden körüklendi. Süryaniler, Asuriler ve Ermeniler hedef haline getirildi. Ulusal meselede de Arap-Kürt ayrımı üzerinden Suriye halkları arasında yeniden kaos yaratıldı. Bu yaklaşım toplumu birleştirmez, tam tersine parçalar.
Zorla herkesi bir araya getirseniz bile toplum içten içe dağılır. Eski yaralar yeniden açılır. Şengal’de DAİŞ’in Êzidîlere yönelik gerçekleştirdiği soykırım bunun en açık örneğidir. “Siz Müslüman değilsiniz” diyerek Êzidî kadınları köleleştirdiler, pazarlarda sattılar.
Benzer durumlar Alevi bölgelerinde de yaşandı. Bu yıl Alevi bölgelerinde, sözde Şam güçleri tarafından binlerce kadın kaçırıldı ve hâlâ akıbetleri bilinmiyor. Bu tür uygulamalar parçalanmayı derinleştirir. Böyle bir ortamda Alevi halkına “Kendini Suriye birliğinin parçası olarak gör” demek mümkün değildir. Birlik ancak dayanışmayla, eşitlikle ve karşılıklı saygıyla olur. Demokratik ulus projesi tam olarak bunu ifade eder. Demokratik ulus, Suriye’nin tüm bileşenlerinin demokratik bir sistem içinde birlikte yaşamasını esas alır. Bu, ademi merkeziyetçi bir sistemdir. Herkes kendi köyünde, kentinde ve bölgesinde kendini yönetir; kendi iradesini temsil eder. Bizim sunduğumuz çözüm, Suriye’nin gerçek birliğini sağlayabilecek tek alternatiftir.
Halkları koruyacak bir hukuk sistemi kurulmalı
- 10 Mart mutabakatının üzerinden aylar geçtikten sonra, Suriye hükümetinin Savunma Bakanlığı imzasıyla yayımlanan ve Özerk Yönetim’in tüm yetkilerini devretmesini talep eden metni nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu belge, mutabakatın fiilen askıya alındığını mı gösteriyor?
10 Mart Mutabakatı, genel hatlarıyla ortaya konmuş ve bu mutabakat üzerinden bir inşa sürecinin yürütülebileceğine dair bir umut yaratmıştı. Sekiz maddeden oluşuyordu ve bu maddeler Suriye’nin geleceğine dair temel konuları kapsıyordu. Şöyle deniliyordu: Rejim gitti. Yeni bir Suriye’nin inşa edilmesine ihtiyaç var. Bu ülkenin anayasasını birlikte yapalım, parlamentosunu birlikte kuralım, seçimler gerçekleştirelim. Ülkemizi birlikte planlayalım ve birlikte inşa edelim. Altmış yıldır despotik bir rejimin gölgesi altında yaşadık, artık bu işi hep birlikte yapmamız gerekiyordu.
Bu çerçevede tüm Suriye için ortak bir sistem ortaya koyacağımız ve Kuzey ve Doğu Suriye olarak bunun bir parçası olacağımız ifade ediliyordu. Yani Suriye’den ayrı değil, onunla bütünleşmiş olacaktık. Buna göre demokratik entegrasyonun pratikte hayata geçirilmesi hedefleniyordu. Ancak bugüne kadar bu maddelerin hiçbirini hayata geçirmediler. Sürekli sadece şunu söylüyorlar: “Son adımı atın.” Yani QSD mevcut yapısından çıksın, kendisini bize bağlasın. “Kendinizi savunduğunuz bu güçleri de bize teslim edin” diyorlar. Bunun dışında ise hiçbir somut adım atmıyorlar.
Biz de onlara şu soruyu soruyoruz: Peki siz bugüne kadar hangi adımı attınız ki biz rahatlıkla bir güvence alabilelim? Bu halk “Benim garantim nedir?” diye sormaz mı? “Komuta ve karar merkezleri Şam’da olsun” diyorlar. Peki biz bunu kabul ettiğimizde, bu ülkenin anayasası ya da temel yasası bizi korumuyorsa, bizi kim koruyacak? Yani şu an bu ülkede bizi koruyacak bir hukuk sistemi henüz oluşturulmuş değil.
10 Mart Mutabakatına ciddi yaklaşmıyorlar
Buna rağmen Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi şunu söyledi: “Bazı şeyleri kabul edebiliriz, bazı konuları müzakere edebiliriz ve bazı adımlar atabiliriz.” Ama bunun karşılığında bir güvence, bir söz istedik. Ne yazık ki o söz de verilmedi. Öyle bir noktaya gelindi ki, 10 Mart Anlaşması imzalandıktan sadece iki gün sonra anayasa bildirgesi ilan edildi. Bu bildirgede, 10 Mart’ta imzalanan maddelerin tam tersine yer verildi. Yani bugün imza atıp bazı hususları temel ilkeler olarak kabul ediyorsunuz; iki gün sonra yayımladığınız bir bildirgeyle bunları reddettiğinizi ilan ediyorsunuz.
Biz yine de bunu büyütmedik ve “Bunu kendi aramızda çözeriz” dedik. Ardından Şam’da bir görüşme yapıldı. Bu görüşmede, askeri güçlerin Şam’a nasıl entegre edileceği ve bunun hangi yöntemle yapılacağı konusunda mutabakata varıldı. Sözlü olarak kabul edildi; ancak bu mutabakat imzaya dökülmedi. Daha sonra sizin de bahsettiğiniz belge PYD’ye gönderilmedi; ancak QSD Genel Komutanlığı’na iletildiğini biliyoruz.
Şimdi siz bir şeyi imzalıyorsunuz ama arkasında durmuyorsunuz; onun yerine başka bir belge gönderiyorsunuz. Bu, “Artık ben o anlaşmaya bağlı değilim” demektir. Ben de Şam’a şunu soruyorum: Siz siyasetin mesajlarını bu kadar mı okuyamıyorsunuz? Bizim heyetimizle Şam’da mutabakata varıldıktan sonra gönderdiğiniz bu yeni belge ne anlama geliyor?
Açık söyleyeyim: Eğer imzaladıkları anlaşmaya saygı duysalardı ve ardından sözlü olarak da yeni bir mutabakat sağlanmış olsaydı, ayrı bir belge göndermezlerdi. Ayrı bir belge gönderdiğiniz anda bu, “Ben ayrı bir proje öneriyorum” demektir. Peki kimse çıkıp sormuyor mu: Önceki mutabakat ne oldu?
Bu durum çok net bir şeyi gösteriyor: Ya verdikleri sözlere ciddi biçimde yaklaşmıyorlar ya da oyalama siyasetiyle zaman kazanıp bu süreçte güçlerini pekiştirmek istiyorlar. Bir diğer ihtimal de şu: Anlaşmanın yapıldığı günlerde gerçekten bunu hayata geçirmek istiyorlardı; ancak sonradan müdahaleler oldu. Bu ihtimali de göz ardı etmiyoruz. Türkiye devleti onlara başka bir belge gönderdi ve bu sürecin ilerlemesini istemedi; böylece süreç sabote edildi.
Bu ayrımcı ve merkezci yaklaşımın sonu, kaçınılmaz olarak çatışma, savaş ve derin anlaşmazlıklardır. Burada sadece Kuzey ve Doğu Suriye’den söz etmiyorum; tüm Suriye’yi kastediyorum. Sen çıkıp “Ben bu ülkenin başkentiyim, bu ülkenin temsilcisiyim” deyip toplumun tüm bileşenlerini görmezden gelir, kendini tek ve esas kabul edersen, iki yıl sonra ne olacak?
Adem-i merkeziyetçi bir sistem kurulmalı
- Şam’ın yaklaşımı, yeni bir askeri gerilim veya iç çatışma riskini beraberinde getirir mi?
İlk yıllarda halk ne diyordu? “Biraz duralım, bunlar yeni geldi. Biraz sabredelim. Belki yarın bir adım atarlar, belki değişirler.” Bu nedenle zaman tanındı. Çünkü sorunlarımız bir günlük ya da bir yıllık değil, 60 yıllık sorunlardı. Dolayısıyla bir beklenti vardı. Ancak halk, bunun rejimin devamından başka bir şey olmadığını gördüğü anda ayağa kalkar, isyan eder.
Hangi ülkenin sorunları tehditlerle çözülebilmiş ki? Zorla bir ülkede barışın sağlandığını kim, ne zaman gördü? Arap Baharı sürecinde Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yemen’de ve daha önce Irak’ta rejimler kendi halklarını tehdit ediyordu; sonuç ne oldu? Bu rejimlerin tamamı yıkıldı. Bugün aynı yöntemler yeniden deneniyor ve bu yaklaşım sürerse, Suriye’de durum kaçınılmaz olarak iç savaşa ve daha derin çatışmalara yol açacaktır.
QSD meselesine gelmeden önce, Suriye’nin demokratik bir anayasaya sahip olması gerekir. Ademi merkeziyetçi bir sistem kurulmalıdır. Birbirimize söz, garanti ve güvence vermeli, bu ölçütler temelinde birbirimize yaklaşmalıyız. Ancak bu şekilde askeri meseleler de çözülebilir.
Bu nasıl olacak? QSD güçleri bu bölgenin savunma güçleri olur; ancak Suriye’nin genel komutanlığına bağlanabilir. Yani Suriye ordusunun doğu kanadı gibi düşünülebilir. Ordunun bir parçası olur; fakat komutası kendi elinde kalır. Bu şekilde Şam ile ilişkili olur. Günlük işleyiş ve planlama kendi komutanlığı tarafından yürütülür. Yani bölgeyi koruyan ve güvenliğini sağlayan bir güç olur; ama Şam merkezinden de tamamen kopuk olmaz. Ancak gördüğümüz kadarıyla onların niyeti bu yönde değil. Her şeyin merkezi olmasını istiyorlar.
- Mevcut tabloya bakıldığında, 2026 yılı Suriye açısından nasıl bir döneme işaret ediyor?
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da bu yaklaşımla devam ederlerse, Suriye daha büyük krizler yaşayacaktır. Şimdiye kadar Suriye halkı krizi aşmadıysa, bunun nedeni bir şans vermek istemesidir. Ancak bu durum sonsuza kadar sürmez; halkın sabrının da bir sınırı vardır. Batıda, güneyde, kuzey Suriye’de, doğu Suriye’de ve hatta Şam’da bile her bölgenin kendine özgü yapısı ve özellikleri vardır. 2026 yılında bunların açıkça görülmesi gerekir. Zaman kaybetmeden Suriye’nin tüm bileşenlerinin ve bölgelerinin temsilcileri bir araya gelmeli ve diyalog kurmalıdır.
Kürt sorununun çözümü demokratik Suriye’de gerçekleşir
- Bu tablo karşısında Kürtler arasında birlik konusunda vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Bir de Kürt meselesi var. Kürt meselesi Suriye’de nasıl çözülecek? Sürekli Suriye’nin genel sorunundan ve demokratikleşmesinden bahsederken, Kürt meselesinin gündem dışı kalacağı sanılmamalıdır. Hayır, Kürt meselesi Suriye’de temel bir meseledir. Biz ne diyoruz? Kürt sorununun çözümü nerede gerçekleşir? Demokratik bir Suriye’de gerçekleşir. Demokratik bir Suriye kurulduğunda Kürt meselesi de adil bir yöntemle çözülecektir. Bu da diyalog ve uzlaşıyla olur.
Kuzey ve Doğu Suriye’de iki heyet oluşturduk. Bunlardan biri Kuzey ve Doğu Suriye yönetimi adına hem idari hem de askeri bir heyettir. Diğeri ise özellikle Kürt meselesi üzerine diyalog yürütmek amacıyla oluşturulmuş bir heyettir.
Şimdiye kadar Kürt meselesinin çözümü için herhangi bir görüşme yapılmadı. Kendilerinden talep etmemize rağmen bize herhangi bir cevap da vermediler. Oysa 2026 yılı, Kürt sorununun çözüm yılı ve demokratik bir Suriye’nin inşa yılı olmalıdır. Bizim sorunumuz tarihsel bir sorundur. Kürdistan üzerindeki işgalci düşmanlarımızın sürekli ittifakı, Kürtleri nasıl yok edecekleri üzerinedir.
Elli yıllık mücadelenin sonucunda gerçekten büyük adımlar atılmıştır. Kürtler inkar durumundan çıkmış, varlığının dünya çapında kabul edildiği bir noktaya gelmiştir. Kürt meselesi artık uluslararası düzeyde tanınmaktadır. Buna karşılık, biz Kürtlerin de ittifakımıza ve birliğimize önem vermemiz gerekir. Görüşlerimiz farklı olabilir, güçlerimiz farklı olabilir, birçok konuda bakış açılarımız örtüşmeyebilir; ancak bu durum varlığımızı güvence altına almamamız ve sorunlarımızı işgalcilerle birlikte çözmemiz gerektiği anlamına gelmez. Bu da Kürt ulusal ittifakını geliştirmenin yoludur.
Söyleşi: Daxistan Roza – Rûken Efrîn / ANF








