Libya’daki mevcut yapı Türkiye’ye güvenmiyor, uluslararası denklemi ve Ankara’nın kendi ayağının altına koyduğu sabunla “konuyla alakalı” olma çabasını endişeyle seyrediyor
Ceylan Akça
Bütçe görüşmelerinin toz dumanı arasında, sanki yılbaşı alışveriş listesine alelacele sıkıştırılmış bir ‘ihtiyaç’ gibi getirilen Libya tezkeresi bu hafta Meclis’ten boş turuncu koltukların şahitliğinde geçti. Ancak Türkiye’nin 2019’da kurduğu hayallerle bugünün gerçekleri arasındaki uçurum her zamankinden daha derin.
6 yıl geriye gidelim. Nisan 2019’da Rus paralı asker grubu Wagner destekli Hafter güçleri Trablus’a yürürken, Türkiye denklemi değiştirmek üzere sahaya inmiş, o dönem Trablus’ta bulunan yapıya destek vermişti. İHA’lar, SİHA’lar ve hava savunma sistemleri bir yana; “bu kadar malzeme verdim, yanına bir de Suriye’den 3 bin 500 çete üyesi vereyim” mantığıyla yürütülen, adeta bir promosyon kampanyasını andıran o müdahalenin arkasında iki temel motivasyon vardı: Biri ideolojik yakınlık yani o dönem Trablus’a hakim Müslüman Kardeşler, diğeri ise Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki hamlelerini boşa çıkarmak.
Peki, aradan geçen altı yılda elde ne kaldı?
Türkiye’nin meşruiyet dayanağı olarak sunduğu “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Mutabakatı”, aradan geçen bunca yıla rağmen Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi tarafından hâlâ onaylanmış değil. 2022’de TPAO ile NOC (Libya Ulusal Petrol Şirketi) arasında imzalanan hidrokarbon anlaşması ise Trablus mahkemelerince askıya alındı. Yani Türkiye’nin Libya’daki varlık sebebini oluşturan hukuki zemin, bizzat Libya’nın iç dinamikleri ve hukuku tarafından boşluğa düşürülmüş durumda.
Bu tablonun tercümesi şudur: Libya’daki mevcut yapı Türkiye’ye güvenmiyor, uluslararası denklemi ve Ankara’nın kendi ayağının altına koyduğu sabunla “konuyla alakalı” olma çabasını endişeyle seyrediyor. Mavinin, yeşilin çeşitli tonları ile tartışmaya açılan doktrinleri es geçeceğim çünkü anın tablosu dönemsel heveslerin uzun erimli politikaya dönüşmekte başarısız olduğunu gösteriyor.
Biz içeride hamaset dinlerken, dışarıda, özellikle Doğu Akdeniz’de kartlar yeniden dağıtıldı. Yunanistan, Kıbrıs, İsrail ve ABD arasında kurulan “3+1” mekanizması, gevşek bir diplomatik temas grubu olmaktan çıkıp; sert, güç odaklı bir güvenlik ve enerji bloğuna dönüştü. Bu mekanizmanın Kasım ayında yaptığı görüşme sonrasında, ABD Dışişleri Bakanlığı sayfasında yayımlanan deklarasyonun final paragrafı oldukça önemli.
“Bölgenin enerji arzını çeşitlendirme hedefini desteklemek amacıyla, kötü niyetli aktörlere olan bağımlılığı azaltmak ve benzer görüşlere sahip bölgesel ortaklar arasındaki bağlantıyı geliştirmek için 3+1 formatını kullanma konusunda kararlılık gösterdiler. Bakanlar, Doğu Akdeniz 3+1 Enerji Diyaloğu çerçevesinde ülkeleri arasındaki enerji işbirliğini daha da geliştirmek amacıyla 2026 yılının ikinci çeyreğinde Washington, D.C.’de bir araya gelmeyi hedefliyorlar.”
Paragrafa konu “kötü niyetli aktör” ağır bir söylem ve Türkiye bunu pek de üzerine almış gibi görünmüyor.
Pazartesi günü (22 Aralık 2025) Kudüs’te bir araya gelen İsrail, Kıbrıs Rum temsilcileri ve Yunanistan, Doğu Akdeniz’de IMEK (Hindistan, Ortadoğu, Avrupa Koridoru) çerçevesinde güvenlik ve işbirliği için yeni hamlelerini planladı. Bu planlama, Türkiye’nin kıta sahanlığı iddialarını fiilen boşa düşürecek. Libya için geçirilen tezkerenin bu boşluğu doldurması olası değil. Geçen hafta Haftar’ın temsilcileri NOC’nin petrol arama faaliyetleri için ihaleleri açtığını ve Amerikalı ve Avrupalı firmaları bölgeye davet ettikleri mesajını Washington DC’de verdiler.
Batı bloğu, Libya ve Doğu Akdeniz sahasında yaptığı bu hamle ile Rusya’ya bağımlı enerji ihtiyacına da bir alternatif oluşturmak istiyor.
ABD’nin bölgedeki güvenlik mimarisine yaptığı cerrahi müdahaleler, Yunanistan ve Kıbrıs’ı birincil lojistik ve istihbarat üssü haline getirecek, İncirlik Üssü’ne olan tarihsel bağımlılığını asgariye indirecek. Bu, Türkiye’nin S-400 macerasıyla başlattığı “stratejik muğlaklığının” neticesi.
Milyon dolarlık sorunun dört harfli cevabı ise IMEK. Hindistan’dan başlayıp Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya uzanan bu yeni ticaret ve enerji koridoru, Türkiye’yi by-pass ederek İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan hattını güçlendiriyor. Baharat Yolu’ndan beri stratejik önemini koruyan Kıbrıs, bu yeni denklemde de kilit rolde. Türkiye ise Libya tezkeresiyle meşruiyet ararken, asıl büyük oyunda, yani Akdeniz’in ticaret ve enerji masasında oyun dışı bırakılıyor. Oyuna Irak üzerinden kurduğu Kalkınma Yolu’yla dahil olmak istese de yolu finanse edecek partnerleri hala yok.
Hafter’in oğlunun verdiği şifahi güvencelerle ya da SADAT benzeri yapıların ticari ve askeri organizasyonlarıyla yürütülen bir dış politikanın kalıcı kazanımlar üretmesi mümkün görünmüyor. BM Güvenlik Konseyi 2292 No’lu kararı ile Libya için uygulanan silah ambargosuna rağmen Suriye’den taşınan çeteler ve Rusya’nın Libya’ya Suriye’den silah sevkiyatına hava sahasının açılması, Türkiye’nin orada “çözüm” değil, “kullanışlı istikrarsızlık” peşinde olduğu izlenimini güçlendiriyor. Ama bu askeri varlığa temel olsun diye sürdürülen istikrarsızlık dahi Doğu Akdeniz’in mevcut denkleminde Türkiye’nin dışarıda kalmasına engel olamıyor.
Sonuç olarak; Doğu Akdeniz’de iş yaş. Ve bu tezkereyle o yaş işin kuruması mümkün görünmüyor.
Libya’nın 2011 yılından beri süren çatışması, BM müdahalesine rağmen devam eden parçalı yapısı, aile bireyleri ile yürütülen diplomasisi aslında Suriye’nin geleceği için de büyük bir uyarıdır. Suriye’nin “Libyalaşması” tehlikesi kapıdayken, çözüm tezkere çıkarmakta ya da Suriye’ye mahşerin kırışık pantolonlu üçlüsünü gönderip, Halep’te çatışmaları tetiklemek değil; Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’daki aktörlerle, devletlerle, devlet dışı aktörlerle ve sivil yapılarla kapsayıcı bir diyalog mekanizması kurmaktadır.
Akdeniz’de gerilen bu telin kopması istenmiyorsa, hamasetin bir kenara bırakılıp rasyonel bir diplomasiye dönmek mecburidir.
Aksi takdirde elde sadece kağıt üzerinde mutabakatlar ve mağrur yalnızlık kalacak.








