2026 yılında geçerli olacak asgari ücret açıklandı. Beklendiği gibi TÜİK’in -hükümetin isteklerine göre gerçek fiyat artışlarının neredeyse yarısını gizlediği- verileyle Kasım ayı için hesaplanan açlık sınırının bile gerisinde bir miktar “asgari ücret” olarak belirlendi. Türk İş’in hesaplamalarına göre 2025 Kasım’ında açlık sınırı 29 bin 828 TL iken, önümüzdeki yıl 12 ay boyunca geçerli olacak yeni asgari ücret 28 bin 75 TL oldu. Muhtemelen TÜİK, hükümetten aldığı direktifle Aralık’ta enflasyonu sıfıra yakın ve belki de negatif olarak belirleyecek; böylece, yıl biterken açlık sınırıyla yeni asgari ücret arasındaki makasın fazla açılmadığı algısı yaratılacak. Ancak yıl sonu enflasyon hedeflerini fazla aşmamak için ertelenen elektrik, doğalgaz vs zamları ile yeni yılda artacak olan vergiler ve Ocak ayından itibaren iğneden ipliğe gelecek yüksek zamlarla birlikte yeni asgari ücret, işçilerin cebine girmeden açık sınırının çok daha gerisine düşecek; emekçiler açlığı, yoksulluğu çok daha derinden hissedecek!
Yeni asgari ücretle birlikte daha da yoksullaşacak ve beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlardan mahrum kalacak olan, sadece asgari ücretliler olmayacak. Zira 2025’te olduğu gibi 2026’da da asgari ücretle çalışanların dışındakilerin ücretleri de emekçileri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomik programa bağlı olarak belirlenecek. Anımsanacağı gibi 2025’te de kamuda ve özel sektörde yapılan toplu sözleşmelerde ücret artışları asgari ücrete yapılan yüzde 30’luk artışın gerisinde kalmıştı. 2026 için de vaziyetin farklı olmayacağını ve ücretlerin genel seviyesindeki artışın, asgari ücrete yapılan yüzde 27,5’lik artışın gerisinde kalacağını şimdiden öngörmek mümkün. Bu durumda -gidişatı değiştirecek bir gelişme olmadığı takdirde- hükümetin ücret politikasının sonucunda 2026 daha da yoksullaşacak kesim, 16 milyon civarındaki ücretli çalışanın yanı sıra onların ailelerini ve emeklileri de hesaba katarsak, ülke nüfusunun neredeyse yarıya yakınını bulacak.
Bir ekonomide ücretler başta olmak üzere emekçilerin koşullarını belirleyen en önemli etken kuşkusuz, sınıf mücadelesidir. Emekçiler ne kadar örgütlüyse ve örgütlü gücünü ne kadar etkili kullanabilirse ücretler de o ölçüde yükselir. Ancak şunu da göz ardı etmemek gerekir: Bir ülkenin kendi halkları arasındaki ve diğer ülke halklarıyla düşmanlığının ve savaş halinin olması, sınıf mücadelesinin önündeki en önemli engeldir!
Bu bağlamda Türkiye’de bugün emekçilerin işsizlik, açlık ve yoksulluk sarmalına sıkışıp kalmasının temel nedeni örgütsüzlük, doğru mücadele yol ve yöntemlerinin kullanılamaması olmakla birlikte toplumsal barışın sağlanamamış olmasının da önemli bir rolü vardır. Zira halklar arasında ayrımcılığın, düşmanlaşmanın olduğu koşullarda yükselen milliyetçilik sınıf çelişkilerinin üzerini örter. Böylece açlığa, yoksulluğa, sefalete sürüklenen emekçi kesimler haklarını aramak yerine, ırkçı hezeyanlarla yönlendirilen bir güruha dönüştürülebilir.
Bunun en güncel örneği, tribünlerden Leyla Zana’ya yönelik ırkçı ve cinsiyetçi sloganların atılmasıdır. Kürt siyasetçilere ve Kürt illerinin takımlarına yönelik önceki saldırılar gibi Zana’ya sözlü saldırıda bulunanların büyük çoğunluğunun da açlık ve sefalete sürüklenen kesimden olduğuna kuşku yoktur. Bu güruh, kendilerine sefaleti reva gören politikalara ve politikacılara tepki göstermek yerine, -Kürt sorununun çözümü ve toplumsal barışın masada olduğu kritik bir dönemde- halklar arasında düşmanlığı derinleştirecek bir “nefret suçu” işlemeye yönlendirilmişlerdir. Bu olayın ardında kimlerin olduğunu anlamak için ise bu “nefret suçu”na destek açıklamaları yapanlara ve suçun işlenmesine karşı sessiz kalanlara bakmak yeterlidir!
Türkiye’de emekçi sınıfları temsil ettiğini iddia eden örgütlerin önemli kısmı maalesef sınıf mücadelesiyle toplumsal barış arasındaki doğrudan ilişkiyi yeterince algılayamamaktadır. Bu nedenle de Kürt sorununun çözümünden ve barıştan yana tavır almak yerine sessiz kalmayı tercih etmekte ve hatta pek çok zaman halklar arasında ayrımcılık yaratan politikalara destek olmaktadır.
2025, emek sömürüsüyle birlikte doğa talanının da arttığı, hukukun ve demokrasinin tedavülden tamamen kalktığı; toplumsal barış umudunun ise ertelendiği bir yıl olmuştur. 2026’nın nasıl bir yıl olacağını elbette toplumsal mücadeleler belirleyecektir. Benim 2026 yılı için dileğim emek, doğa ve demokrasi mücadelesi yürütenlerin mücadelelerini yükseltmek için daha fazla çaba harcamanın yanı sıra toplumsal barışı sağlamadan bu mücadelelerin amacına ulaşamayacağının da bilincine varmalarıdır!









