anat her şeyden önce kendi içinde bütünlüklü bir yaratım karmaşasıdır.
Yani duygusal olanın fikirsel olanda buluşması, tasarımın, estetiğin dışavurumudur. İster sözlü ister simgesel anlatımında kullanılan yöntemlerin tümüdür. Ve bu bütünlük toplumsal olana olan bağı ve etkisiyle nitelik kazanır. Bu bağlamda sanatın toplumsallaşması en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır. Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş de olsa, sanatın kendisi geniş anlamda toplum üzerinde yarattığı etki ile ölçülür. Hem tasarım öncesi hem de tasarım esnasında ve sonuç olarak ortaya çıkan ürünün bütünlüklü olması önemli kıstaslardan biridir, “sanatın” sanat olabilmesi için. Bu kıstas aynı zamanda sanat ve sanatçının ilişkisini de belirleyen önemli olgulardan biridir.
Sanatçının hegemonik erkin içinde veya yakınında yer alması nedeniyle ilerlemeci ve özgürlükçü sanat üretememektir. Dolayısıyla toplumsal değişimin bir aracı olarak işlev görmemektedir Ortadoğu’da üretilen sanatın ekseriyeti. Özellikle bu noktadan hem Ortadoğu’da hem de Türkiye’de üretilen sanatın küçük bir kısmının dışında sanat olma özelliğini de taşımadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü bugün sanatçının durduğu yer toplumu barışçıl bir şekilde etkileyen bir kurama dayanmamaktadır. Burada söz konusu olan sanatın siyasallaşması veya ideolojik bir aygıt olarak işlev görmesi değil, toplumsal barış ve adalet duygusunu geliştirme alanı olmasıdır.
Özellikle Türkiye’deki hak arayışları ve Kürt meselesi karşısında küçük bir kesimin dışında sanatın bütün alanları tamamıyla sınıfta kalmış ve ürettikleri de sanat niteliğini yitirmiştir. Çünkü sanat özgür gelişimden beslenir ve öncelikle toplumsal özgürlüğü sınırlarını zorlayan estetik kriterlere dayanarak var eder kendini.
Ana odağı salt estetik deneyim ve soyutlamadan ibaret değildir tabii ki, ama ana hedefi tahakküm ve erk karşıtı sembolizmidir, hangi akım ve hangi alan olursa olsun bu böyledir. Çünkü sanat asla toplumdan ve hatta çevresinden kopuk gelişemez, aksine bireysel ya da sosyal ilişkileri yansıtan nitelikler taşımak zorundadır. Sanat hem sanatçının hem de toplumun bilgi ufkunu genişleten en önemli yaratım atölyesi olduğu için, kültürün ebedi huzursuzluğu olarak kendisini ortaya koyar.
Simge, imge, ironi, söylem, tanıma veya yabancılaşma etkileri yoluyla dünyaya meydan okuyabilir ve hatta sosyalleşme süreçleri dönüştürebilen tek güçtür. Yani her şeyden önce şiddet dışı bir direniştir, barışçıldır, anti savaşçıdır. Oysa hem Ortadoğu hem de Türkiye’deki sanat icrası bunun tam tersi olarak işlev görmektedir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri sanat dünyasının Suriye Savaşı karşısında verdiği başarısız imtihandır. Türkiye’deyse Kürtlerin demokrasi ve hak arayışı mücadelesinin karşısındaki tutumdur. Örneğin dört ayı aşkın bir süredir toplumsal barış uğruna bedenini açlığa yatıran bir Kürt kadının sesini duymayan sanat çevrelerin sessizliği salt mevcut siyasi iktidarın oluşturduğu baskı mekanizmasıyla izah edilemeyiz.
Tabii ki sanatçının görevi toplumsal direnişi organize etmek değildir ama yaratacağı sanatla bu bağlamda özgürlük alanlarını açmaktır. Çünkü sanat, salt sanatsal olana bir özgürlük alanı açmakla kalmaz, yarattıkça özgürlük alanlarının tamamını genişletir. O özgürlükle yaşarken, özgürlüğü topluma adanmış bir alan olarak algılar. Dolayısıyla, sanat, genellikle elitist bir uğraş veya üretim gibi görünse de, yansıma araçları sağlayan tek alandır. “Fikirlerin, yaratıcılığın, şiddete karşı bir silah olarak duyarlılığın savaş alanıdır” der Guatemalalı ressam Villagráh Galindo. Galindo, bu konuda iki ana temanın bağlamsal bağlamına işaret eder: “Sanat, savaş ve barış arasındaki bağlantıyı en somutlaştıran işaret dilidir” der. Onun için susmanın bile susmadığı tek alandır sanat. Çünkü susmak felaketin başladığı yerdir sözün endamında.
Sanat ise savaş ve barış konusuyla nasıl başa çıkılır diye reçete sunmaz ama direniş yollarını anlaşılır bir şekilde estetize ederek orta koyar. Farklı bakış açılarına göre, savaş ve barış temasının ne tür bir “güç” ortaya çıkabileceğine işaret eder sanat. Bu hem pozitif hem de kritik bir kuvvet olabilir, önemli olan sembolik bir simge koymaktır. Barışsever bir toplumu meydana getirmenin araçları için tutarlı bir dayanak sunar sanat. Mevcut baskı formlarına karşı son yılların en önemli şiddet dışı politik eylemlerini görmemek, hatta destek vermemek, sanatın içinde bulunduğu çürümenin bir göstergesidir. Özellikle yükselişe geçmiş olan ırkçı ve sağ akımların şiddet içerikli beyan ve pratikleri her geçen gün daha da derinleşen bir felakete dönüşmektedir. Bunu en anlaşılır kılan çarpıcı örneklerinden biri, Benjamin Hilger’in, savaş ve müzik bağlamında “müzikal zafer şarkılarının şiddet ve savaşı nasıl yücelttiğini” anlattığı makalesidir. Orada sözün ne denli yıkıcı bir silaha ve sanatçının ne tür bir nefere dönüştüğünü belirtir.
Öte yandan, Beethoven’den Schönberg’ye kadar çok sayıda şiddetli esere gönderme yapar, sanatçının yıkıcılığına da vurgu yapar. Bugün hem Ortadoğu hem de Türkiye’de şiddet ve savaş Tanrıları çaresiz bırakacak kadar büyük yıkımlara yol açmıştır. Her bir yönetici birer Tirana dönüşmüş ve hem düşün dünyası hem de sanat camiasını tarihin en suskun dönemine itmiştir. Bir sansür iklimine ve kısıtlı ifade özgürlüğüne maruz kalan Türkiyeli birçok sanatçı ve düşünür siyasal mesajlarını iletmek için ne yazık ki yıkım merkezlerine yakın durmayı tercih etmişlerdir. Onun için Kürt karşıtı rüzgâra yelken açma talihsizliğini yaşamaktadırlar.
Oysa Birinci Dünya Savaşı sırasındaki sanatçıların özel durumuna dair kısa bir odaklanma bile böylesi bir duruşun ne tür felaketlere yol açtığını görebilirler. O zamanlar bazı sanatçılar ilk başta o öfori savaşı dört gözle beklediler ve esas üretimlerini bir kenara bırakarak muharebenin en ön safına geçmek için gönüllü oldular. Ancak tecrübeleriyle derinden sarsılmış olan birçoğu zamanla savaşın itici güçleri haline geldi ve şiir, müzik, eser, resim ve heykellerdeki şok edici deneyimlerine sanatsal bir ifadeyle vermek zorunda kaldılar. Bunun ne anlama geldiğini, çok sonraları Linda Ebbers ezilenlerin tiyatrosu ile “çatışma dönüşümü” üzerine yazdığı makalesiyle gözler önüne serdi.
Oradaki esas odak, oyuncular ve seyirciler arasındaki diyaloğun yıkımın doğal hali olmasıdır. Seyirci, olaylara aktif olarak müdahale eder, böylece sahne ve izleyici arasındaki sınırlar bulanıklaşır, ortaklı nizamlı bir eziyete dönüşür ve sanatçı da orada kendisini kaybeder. Oradaki eziyet, savaşın cehennemi sınır aşımıdır ve yaratımın ölü halidir. Hem seyirci hem oyuncu hem de sanatçı için. Ebbers’in amacı, somut çatışmaları ele alarak sosyal bir dönüşüm elde etmektir. Bu konu, farklı sanatsal yönlerin sadece şiddet, savaş ve barış ile olan ilişkisine değinmekle kalmaz, aynı zamanda sanatçının da gözlerine bakar. Bu konuda Guatemalalı ressam Galindo, sanat anlayışını ifade ederken “çağdaş sanatı ve sanatçıyı aynı bağlamsal niteliktedir – alternatif bir yaratma ve bir araya getirme emekçisi” olarak tanımlar.
Burada, sanatın sahip olduğu özel anlam ve sorumluluk belirgin bir şekilde ortaya çıkar: “Cehaletin karanlığını aydınlatan bir ışıktır sanat.” Şiddetle insan ilişkisini hilesizce tartışmaya, eleştirel düşünmeye ve barışçıl köprüler kurmaya ya da inşa etmeye yardımcı olabilen tek bağımsız yaratıcıdır. Yani toplumsal bağlamda da etkin ve inşa edicidir. Ayrıca “İlerleyici bir sanatın harekete geçme gücü, etkileyici bir şekilde gösterilmesi için eleştirel olmak zorundadır.
Sanatçı, her zaman aykırı olmak zorunda değildir ama zaman ve mekândan azade olarak barışçıl olmak zorundadır. Ve hatta barışçıl olana karşı duyarlı olmak zorundadır. Onun için Leyla’nın şiddet dışı eylemini görmek sanatın işi ve işlevidir, eğer bunu görmüyorsa bilinçli ve talihsiz bir tercih söz konusudur. Lakin sanatçı, şiddet karşıtı bir etki yaratmak için sözel ve simgesel semboller kullanarak geniş bir eylem ağını yaratabilen tek bağımsız aktördür.
Picasso’nun Guernica’sında yükselen haykırışı dünyanın yeni acılar yaşamasına engel olmuyor belki, ama savaş yanlıların kendilerini rahatsız hissetmelerini sağlayacak kadar tarihsel hakikati göz önüne serecek kadar cesurdur.