Her iki kanadıyla iktidar 31 Mart’ın ardından “çamur yaptı”. Hileyle, zorla, şerle, çirkeflikle alabildiklerinin üstüne yattı (Malazgirt, Muş, Tatvan, Giresun, Yusufeli ve daha birçoğu), kaybettiklerini de vermemek için “paralandı”. Son hamlesini de İstanbul’da yaptı. Erdoğan, Rusya’ya giderken, kaybettiği apaçık olan İstanbul seçimini yenilemeyi zorlayacağını ilan etti; açık faşizm macerasına yeni bir darbeyi ekleyebileceği tehdidini savurdu. “Erdoğan 7 Haziran’dan bu yana gerçekleştirdiği darbeler dizisine bir yenisini, ‘beğenmediği seçimi iptal etme’ yetkisini ekleyebilir mi, eklerse başarılı olabilir mi, başarılı olamazsa ne olur” diye tartışırken, beklenmeyen oldu ve Yüksek Seçim Kurulu AKP’nin yeni itirazlarını reddetti.
Şimdi geriye “olağanüstü itiraz” yoluyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin yenilenmesi ihtimali kaldı. Erdoğan’ın Ankara, İstanbul ve İzmir ile Adana, Mersin ve Antalya’yı kaybetmesinin, kayyumlarla gaspettiği belediyeleri halka iade etmek zorunda kalması “tek adam diktatörlüğü” açısından ne anlama geliyor? Ortaya çıkan bu yeni durumun açık faşizmi krize soktuğunu/sokacağını söyleyebilir miyiz? Deyimi doğru kullanarak( 1) sorarsak, 31 Mart seçimleri “Erdoğan’ı topal ördek haline getirmiştir/getirecektir” diyebilir miyiz?
Önce durumu doğru tarif edelim. 24 Haziran’da resmen geçilen “tek adam rejimi”nin “yerel yönetim özerkliği”ni reddeden bir doğaya sahip olacağı, daha bu rejime geçilmeden önce, başta Kürt illeri olmak üzere çok sayıda belediye başkanının görevden alınması ve Kürt illerinde yerlerine kayyum atanmasıyla görülmüştür. Tek adam diktatörlüğünün, adliye, üniversite, basın vb. bütün diğer kurumlarda olduğu gibi, belediyelerin de özerkliğine tahammülü yoktur; diktatör bunları “merkezden kumandalı” yapılara dönüştürmekte kararlıdır. Ancak belediyelerin, özerkliği yok edilen diğer kurumlardan önemli bir farkı bulunmaktadır; kendilerine ait gelir kaynakları ve “yürütme güçleri” vardır ve başkanları seçimle belirlenmektedir. Bu nedenle, belediyelere “İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir devlet dairesi” muamelesi yapmak çok özel şartlarda, fiili ya da hukuki Olağanüstü Hal şartlarında mümkündür.
Öte yandan belediyeler, Türkiye neo-liberalizminin fideliği ve yoksulluk yönetimi merkezi durumundadır. Nüfusunun %75’i şehirlerde yaşayan Türkiye’de belediyeler, özellikle de büyükşehir belediyeleri, ekonomik ve kültürel iktidarın ve siyasi hegemonyanın üretiminde stratejik bir önem kazanmıştır. Bu nedenlerle tek adam diktatörlüğü için yerel yönetimlerin özerkliği de yöneticilerinin seçimle iş başına gelmesi de iktidar kaynaklarının yeniden üretimi açısından bir risktir.(2)
Üç büyük metropolün üçünü, Ege ve Akdeniz kıyısındaki bütün şehirleri, kayyumlarla gaspedilen bütün Kürt belediyelerini yitirmesiyle birlikte 31 Mart seçimleri bu riski somut hale getirmiştir. Seçim sonuçlarının silbaştan edilememesi halinde iktidar bu riski yönetme sorunuyla karşı karşıya gelir. Keza şu anda iktidarın karşı karşıya olduğu durum budur.(3) Dolayısıyla iktidarın bundan sonraki siyasetinin (kendi iktidarları altındaki belediyeler de içinde olmak üzere) belediyelerin hareket alanının daraltılmasına, fonksiyonlarının idareye devredilmesine yönelmesi beklenmelidir. İktidarın (Anayasa’yı değiştiremediği koşullarda) bu yönde sonuç alıcı adımlar atabilmesi için merkezi yönetim ile yerel yönetim arasında yetki karmaşası ve krizi yaratmaya ve bu karmaşayı/krizi yönetmek için bir “Olağanüstü Hal” ortamı oluşturmaya ihtiyacı olacaktır. Ancak tek adam diktatörlüğünün bekasını temin etmeyi önceleyen bu yönelimin, (şimdiki ekonomik ve politik krizin yok saysak bile) iki ciddi açmazı bulunmaktadır.
Birincisi, “belediyelere karşı savaş”ın neoliberal birikim rejiminin ihtiyaç duyduğu “ademi merkeziyetçi piyasa”nın ihtiyaçlarıyla çatışacağı, dinbaz-neoliberal faşizmin ekonomik ve kitlesel tabanında ciddi bir daralmaya yol açacağı gerçeğidir. İkincisi ise, muhalefetin 31 Mart seçimlerinde gösterdiği başarının, halkı “tek adam diktatörlüğüne karşı direniş için mevzi kazanma” amacı etrafında bir araya getirmekten kaynaklanmasıdır. Bu nedenle “belediyelere karşı savaş” siyaseti, Kürt düşmanlığının, “yolsuzlukla mücadele” bahanesinin arkasına gizlenemeyecek, apaçık bir halk düşmanlığında cisimleşecek bu da belediyeleri tek adam diktatörlüğüne karşı direnişin doğal ve Anayasal mevzileri haline getirebilecektir.
Belediyelerle merkezi iktidar arasındaki bu mücadelede bir “denge” durumunun yaratılması bile sermaye cephesinde sarsıntı yaratarak, açık faşizmin zaten kararsız olan kitle tabanını pasifize ederek açık faşizmin krizine neden olabilecektir. Açık faşizme geçişin her zaman açık faşizmin iktidarına avantaj sağlamadığını, direnişin açık faşizmin iktidar merkezinde ciddi çatlaklar yaratarak onu başarısızlığa uğratabileceğini gösteren 12 Mart deneyimini unutmamalıyız.
(1) “Topal ördek” (lame duck), görev süresinin sonuna yaklaştığı için yetkilerini kısa vadeyle ve sınırlı olarak kullanabilen ABD başkanları için kullanılan bir deyimdir; “meclis çoğunluğu” vb. ile ilgisi yoktur.
(2) Bu bakımdan mevcut açık faşizm, belediyelere hiç dokunmayan 12 Mart faşizminden de, belediye başkanlıklarına “asker gözetmenler” atayarak işlerine fazlaca karışmayan 12 Eylül faşizminden de farklıdır.
(3) İktidarın İstanbul sonuçlarını kabul etmek zorunda kalması halinde bu sorunun ölçeği birkaç kat büyür.