Mücahit Akgün
Tarihe Kürtleri ve Arapları bölen anlaşma olarak geçen Sykes-Picot’un üzerinden 103 yıl geçti. Ortadoğu’yu cetvelle çizen egemen güçlerin ite kaka yürüttüğü despotik ulus devletçilik günbegün çöküyor. Şimdi insanlığın tüm ilklerine ebelik eden halkların hak, adalet ve özgürlük mücadelesi sonucu tayin ediyor
Ortadoğu coğrafyasının dönüm noktalarından biri olan meşhur Sykes-Picot Anlaşması’nın 103. yıldönümü. Üzerine çokça tartışıldı, kitaplara konu oldu, makaleler yazıldı. Tabiri caizse söylenmedik söz kalmadı. Bir asrı aşkın süre geçmesine rağmen yine de yarattığıtahribatlar nedeniyle gündemimizdeki sıcaklığını koruyor. Tahribatlar giderilmeden de sürekli konuşulması elzem. Zira Sykes-Picot bir coğrafyanın kan deryasına çevrilmesi, halklarının fiziki ve kültürel soykırımlardan geçirilmesinin adıdır. Üstelik soykırımlar başladığı gün kadar taze ve yoğun. Sykes-Picot Antlaşması ağırlıkla İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan ve ardından Rusya’nın çekilmesiyle kalan iki ülke arasında bir paylaşım belgesi olarak ele alındı, alınıyor. Sistemsel yönü kimi zaman bilmeyerek ama genellikle bilerek görmezden gelindi. Anlaşmanın kendisi klasik dünya merkezinin 15. yüzyıldan başlayarak Ortadoğu’dan Avrupa’ya kaymasının ardından Batı merkezli yeni sistemin yeni ideolojik argümanlarıyla tekrar bölgeye dönüşüydü. Tarihsel anlamda bir adım geri gittiğimizde Sykes-Picot’un Avrupa’nın Ortaçağ karanlığının önemli süreçlerinden olan Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra 1648 yılında imzalanan Vestfalya Barış Antlaşması’nın yarattığı yeni sistemin Ortadoğu’ya teşrifi olduğunu göreceğiz. Bu sistem yeni dini milliyetçilik, yeni siyasal formu ulus devletçilik olan kapitalist sistemin Ortadoğu’da zuhur etmesidir.
Kapitalizmin kanlı yüzü
Devlet olgusu özünde Ortadoğu’nun talihsiz bir eseridir. Tarihi savaşlar, yıkım ve yakmadan ibaret olsa da ulus devletçilikten önemli farkları vardır. Ulus devletçilik farklı halkların, kültürlerin, inançların imha, inkar ve soykırım araçlarıyla tek tipleştirilmesinin sistemidir.Kuşkusuz bu kıyım makinasının sonuçları sadece Ortadoğu coğrafyasında yaşanmıyor. Bir bütün olarak dünyanın tamamında aynı rolü oynuyor. Bunun asırlar öncesine bakmaya bile gerek yok.Kapitalist sistemin son yüz yıllık tarihi bile tüm dünya tarihinin kanlı geçmişini katlamaktadır.
Ortadoğu’nun kara talihi
Sistemin en kanlı sahalarının başında ise Ortadoğu geliyor. Üstelik bu süreç hala aralıksız yaşanmaya devam ediyor.Kuşkusuz bunun Ortadoğu’nun kendine özgün yanlarıyla ilgisi var. Bu kanlı geçmişe zemin hazırlayan en önemli gelişme ise Ortadoğu devlet geleneğinin gerici, diktatöryel, despotik yapısına ırkçılık ve milliyetçilik sosunun eklenmesidir. Diğer bir yön düşünce dünyasında, zihniyet kodlarında yaşadığı dogmatizmdir. 12. yüzyıla kadar da bilim,teknik,tıp, astronomi gibi disiplinler başta olmak üzere kültür, sanat, siyaset ve ekonomik gelişmelerin öncüsü olarak uygarlığın merkeziydi Ortadoğu.
Çoraklaşmanın başlangıcı
Nasıl ki Sykes-Picot Antlaşması’na zemin hazırlayan süreç Vestfalya Antlaşması’yla içine girilen sürecin sonucuysa, Vestfalya Antlaşması’nın zeminini hazırlayan gelişmeler de 12. yüzyılda İmam Gazali’nin ‘içtihat kapılarını’ kapatmasıyla yakından ilişkisi vardır. Bu tarihten itibaren İslam ve aynı anlama gelmek üzere Ortadoğu toplumları bilimden uzaklaştı,teknikte geriledi, kültürel çoraklaşma başladı. Düşünen, üreten kesimler ya bastırıldı ya da göçertildi. Göçen kuşkusuz sadece insanlar değildi, bin yılların düşünsel, kültürel mirası, ilim ve irfandı. Toplumların sorunlarını çözme dinamikleri giderek kayboldu ve en ufak sorunlar bile kronik hal aldı. Sorun çözme kabiliyetini yitiren toplumların ve halkların dış müdahalelere açık hale gelmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Halklar adeta tarihin o dönemine çakılı kaldı. Ortadoğu’da olan da buydu ki bölgeye dış müdahaleleri hazırlayan sürecin başlangıcıydı.
Yeni din: Milliyetçilik
Buna karşı devlet ve din olgularının Ortadoğu kadar kökleşmediği Avrupa karanlık çağı, Reform ve Rönesans ile aşmayı başardı. Ortaçağ karanlığını aşan devrimin öncüleri sistem karşıtı kesimler olmasına rağmen maalesef sonuç itibarıyla sermaye iktidarla buluşarak bu gün dünyaya hakim olan bildiğimiz kapitalist düzen olarak kendini sistemleştirdi. Gerisi merkezin iktidarını çevreye taşırken çevrenin zenginliklerini merkeze taşımasıdır. Avrupa’nın bu hamlesi karşısında bölgenin çürümüş, despotik ve dogmatik iktidarlarının yapabileceği pek bir şey yoktu. Batının yeni dincilik versiyonu olan milliyetçilik karşısında Osmanlı başta olmak üzere despotik rejimler hallaç pamuğu gibi attı.
Kadavra gibi kestiler
Uygarlığın yeni efendileri Sykes Picotile ellerine aldıkları cetvellerle tüm dirim güçlerini yitiren eski uygarlık merkezinin koca halkları ve coğrafyalarını adeta kadavra gibi kesip biçtiler. Bölgenin etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel, coğrafik hiçbir hassasiyetini gözetmeksizin her şeyi bölgenin zenginliklerinin paylaşımına göre düzenlendi. Elbette bu Oryantalist bakış açısı ve emperyalizmin çıkar odaklı zihniyetinin gereğiydi. Batı ulus devletçiliğinin Ortadoğu’nun eski devlet kökleriyle buluşması, üstüne 12. yüzyıldan beri derinleşen dogmatizminin eklenmesiyle nevi şansına münhasır ucube bir idari forum çıktı ortaya. Yüz yılı aşkındır bu toprakların hiçbir halkı gün yüzü görmedi. 20. yüzyıl Ortadoğu toplumlarının etnik, dini ve mezhepsel fay hatları üzerinden sürekli birbirine kırdırılarak kıyımdan geçirildiği bir yüzyıl oldu. Yeraltı zenginliklerine rağmen dünyanın en sefil, yoksul ve yoksun coğrafyası haline geldi. Bilim ve akıldan uzak, dogmatizmin dar kalıplarına hapsolan coğrafya emperyalizmin basit bir aleti haline geldi.
Halklar ile efendiler çatışması
Elbette bu süreç öyle rahat ve tek taraflı olmadı. Despotik diktatöryel iktidarlara karşı halkların hak ve özgürlük mücadeleleri hiç eksik olmadı. Ancak Sykes-Picot Anlaşması’yla kurulan düzenin bekçileri her seferinde efendilerinden aldıkları destekle halkların, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin özgürlük mücadelesini soykırım, katliam ve kıyımlarla kanlı bir şekilde bastırdı. Dincilik ve milliyetçilik soslu ulus devletçilik ideolojisinin zerk edildiği toplumların aklı işlemez halde tutuldu. Hep itaat kültürü ve ecdat hamasetiyle halklar diktatör yönetimlerin istismarı altında kıvranıp durdu.
Mezhepsel ve etnik savaş
Ortadoğu halklarının bu mengeneden çıkma mücadelesi sol sosyalist aks üzerinden dönem dönem yükselirken Kürt ve Filistin halklarının mücadelesinde bir süreklilik kazandı. Mücadele son olarak Arap halk ayaklanmaları süreciyle yeniden ivme kazandı. Bu süreç uzun yıllar sürse de bölge halklarının Rönesans’ının başlangıcıdır. Ancak gerek bölgenin statükocu ulus devletçi yapıları gerekse kapitalist sistemin sahipleri müdahale etmekte gecikmedi. Halkların hak, adalet ve özgürlük talepleriyle başlayan direniş süreci kısa sürede IŞİD, El Kaide ve muadili örgütlenmelerle mezhep, din ve etnik yapıların birbirine kırdırtılması üzerinden cereyan eden bir savaşa çevrilmeye çalışıldı. Halkların direniş enerjisi buraya kanalize edilerek bir asır önce oluşturulan düzen farklı forumlarda sürdürmek için çabalıyor.
Türkiye ve İran sarıldı
Bölgeyi kadavraya çeviren Sykes-Picot’u en fazla savunanın Türkiye ve İran olması ise tarihin cilvesi gibi. Bu anlaşmayı ayakta tutmak için canhıraş bir şekilde çabalıyor iki ülke. Milliyetçilik şerbetinin yarattığı değişimi Türkiye’nin mirasçısı olduğunu iddia ettiği Osmanlının kadavrası üzerine kurulan SykesPicot’u savunmasıyla çok çarpıcı bir şekilde görmek mümkün. Peki İran ve Türkiye başta olmak üzere bölgenin statükocu, anti demokratik devletleri bölgeyi kan deryasına çevrilen bu anlaşmanın getirdiği düzeni ayakta tutabilirler mi?
Kapitalizm değişim istiyor
Kapitalist sistem nasıl yüz yıl önce krizini atlatmak için yeni bir paylaşım düzenine ihtiyaç duyduysa, bu gün de aynı konunun gereği olarak davranıyor. Sistemin Sykes-Picotile oluşturulan düzenin özüne dokunma niyeti yok ancak şeklini değiştirerek sürdürme isteği de aşikar.Kimse, “Bu gün güçleri yetmez” gibi naifliklere düşmesin. Doğrudur, kapitalist sistem bugün ciddi bir sistemsel kriz yaşıyor.İki dünya savaşı sonunda oluşturulan hiçbir mekanizması çalışmıyor. Zaten tam da bunun için ömrünü uzatacak yeni bir düzenleme istiyor. Hali hazırda ABD ve AB merkezli uygarlığa bilim,teknik, kültürel, ekonomik ve askeri olarak alternatif olacak başka bir merkez de bulunmuyor. Ne Rusya, ne Çin ne de başka bir ülkenin bu kapasitesi var. Zaten gayeleri merkez olmaktan ziyade merkezle bütünleşmektir. Bu bağlamda Türkiye ve İran’ın Sykes-Picot’un eseri olan düzeni korumaları oldukça zor. Sorun çözme kapasite ve kabiliyeti olmayan iki ülkenin tek şansı öngörülen düzenin uslu bir aparatı olmaktır
Farkı direnenler yaratacak
Özcesi Sykes-Picot kapitalist sistemin bir dönem ihtiyacının gereğiydi ve gerçekleşti. Sistem yine krizde ve krizini yeni savaşlarla aşma sürecindedir. Maalesef genelde son yirmi yıllık özelde son on yıllık savaşların yoğunlaştığı alanlara baktığımızda yine Ortadoğu çıkıyor karşımıza. Dincilik ve milliyetçilikle yoğrulmuş Ortadoğu’nun despotik ulus devletçiliği ve dogmatizme gark olmuş yapısının Sykes-Picot sahiplerine karşı başarılı olma şansı yok denecek kadar az. Burada fark yaratacak faktör insanlığın tüm ilklerine ebelik eden halkların hep bölgesel despotik, diktatör yönetimlerine karşı hem de dışardan gelen kapitalist, sömürgeci kesimlere yönelik hak, adalet ve özgürlük mücadelesi olacaktır.
Kürtleri bölen anlaşma
Birinci Dünya Savaşı devam ederken, 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere’den Sir Mark Sykes ve Fransa’dan M. George Picottarafından hazırlanıp o günden bugüne kendilerinin ismiyle anılan anlaşma Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesiyle sonuçlandı. Bu anlaşmadaKürdistan üç büyük devlet arasında paylaşıldı.Kuzey kesimi Rusya’ya, DoğuKürdistan’ın bazı kesimleri ile Rojava Fransızlara, GüneyKürdistan ise ağırlıkla İngilizlere bırakıldı. Bu hegemon güçlerin zamanla çekilmeleriyle gelişen tarihsel süreçte ise Türkiye, Suriye ve Irak adı altında devletler kuruldu. Bu devletler Sykes-Picotile çizilen sınırlara sadık kaldı,Kürtler ise sınır telleriyle birbirinden ayrıldı.