Son günlerde tanıklık ettiğimiz en merhametsiz, en nobran olaylardan biri annelerin sırtlarına inen devletin coplarıdır. Coplar devlet zulmünün en dip dalgasının sadece görünen kısmıdır elbette, ama bu kadar alenen kullanılıyor olması devletin normatif olanın dışına çıktığının en berrak kanıtıdır. Bu zalimliğin en basit tercümesi “Türk’ün gücünü göreceksiniz” sahne provasıyken, copların alenen annelerin sırtına inmesinin belirgin karakteristiği ise açık bir “düşman hukukudur”.
Milliyetçi/muhafazakar bir beka belagatiyle başlayan devletin bu şiddet üretiminde Kürtlerin yaşadığı bölgelerden yavaş yavaş Türkiye’nin batısına doğru yayıldığını görüyoruz. Özel savaşın bir parçası olarak başlayan bu şiddet sarmalı, üsten aşağıya doğru uygulanan günlük bir pratik olarak mahalle aralarından meydanlara kadar bir “Kürt düşmanlığı” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Devletin özel savaş birimler tarafından çizilen Kürt yeşimi, Meydanlarda dövülen Kürt annelerinin resminin negatiftir.
Bu mevcut resim “Kürt karşıtlığını” sivil hayatın bir parçası olarak meşhurlaştırdıkça ülke geri dönüşü zor bir gerilim ve çatışma ortamına doğru sürüklenecektir. Son bir aydır Kürt annelere karşı uygulanan şiddetin dozajına bakınca cumhuriyetin bekasının “Kürtler yoktur” mitinden “Kürt olmak suçtur” ceberut devletine doğru gidişin ayak seslerini yansıttığı açıktır. Oysa günlerin getireceği kötülüğün ayak seslerini hissettikleri için beyaz tülbentleriyle meydanlarda barışa duruyorlar anneler. Unutmamalıdır ki annelere vurulan her cop ülkenin barışına inmiştir, çünkü bu annelerin belki de en çok imledikleri şey barışın kendisidir.
Annelerin sırtına inen her cop bütün insanlık için emsalsiz medeniyet kaybı kadar ağır bir yarıktır halkların masallarında. Birçok kadim halkın masal mezarlığı haline gelen bu topraklar belki de ilk defa bu kadar yüzü kızardı utançtan. Bu hürmetsiz utanç diğer büyük matemi utançlarla karşılaştırıldığında belki de masalların en küçük bölümünü oluşturur ama yükü hepsinden daha ağırdır. Bir halkın annelerini meydan ortasında yerlerde sürüklemek, sırtından vurmak, devlet adına itip coplamak kanlı bir kahirdir her evlat için. İnsanın akli melekelerini yitirdiği nadir anlardan biridir, zulmün her türünü aşan ölümcül bir darbedir. Felç olma haliyle can evinin ani yıkımı arasında bir ara zamandır sırtlarına inen her copun sesi. Bu ara zamanın yankıları zamanla ruh yutan bir öfkeye dönüşür çocukların anılarında. Anılar ki her an yeni kurbanlar isteyen insafsız tanrılar gibi merhametsizdir. Ve kurban istedikçe günahları büyüyen Nordic dünyanın kralları gibidir kötülükle gökleri yöneten.
Hiç kimse bu tür anıların selleriyle uzun bir süre yaşayamaz. Zaten her birimiz bütün bunlara icabından daha fazla katlandık ve her selin ani vuruşuyla daha çok ziyana uğruyoruz. Ziyan ve zalimliğin her biçimine aşina olan bu coğrafyanın anne ve çocukları ilk defa 80’deki askeri darbe döneminde sistematik olarak medeniyet kaybının bu haliyle tanıştılar. O dönemin kötülük sarmalında kalan bütün halklar gibi Kürtler de cuntacıların hedefindeydi ama “bölücü ve düşman” kategorisinin
başında yer alıyorlardı. Devletin bekası adına üretilen düşmanlık algısı cuntayla beraber hem kültürel hem de demografik bağlamda bir etnik temizlik hareketine dönüşmüştü. Ölümün sarih hali artık kendi başına yeterli bir metot değildi, devletin milli bekası için, onun için aşağılama ve dışlama mekanizmaları devreye sokularak hakların değerler merkezine yöneldiler. Hedefte insan türünün en yüksek değeri olan onur ve haysiyet vardı. Irkçı hezeyanın para ettiği o günlerde yine on binlerce Kürt parmaklıkların arkasına esir alınmıştı. Ağır işkencelerin, ölümlerin, ıslah ve Türkleştirme politikalarının tahkim edildiği bir dönemde zindan direnişleri yükselmeye başladı. Lakin zalimin büyüyen baskısı kadar mazlumun da direnişi büyür.
Tam da o günlerde anneler ilk defa çocuklarına sahip çıkmak için annelik yüreklerini direnişin orta yerine koydular. Annelik ve direniş o günlerde birleşerek büyüdü. Daha sonra o yürekler Cumartesi Anneleri olarak meydanlara çıktı ve her geçen gün daha da büyüdü. Onlar çocukları için meydanlara çıktıkça karşılarına devletin copluları da daha çok çıkmaya başladılar. Devletin coplarıyla tanışmaya başlayan anneler, vakitle salt çocuklarının feryatlarına kulak kabartmak için, onları sahiplenen ve taleplerini haykırmak için çoğaldılar. Böylece anneler ve direniş birlikte gelişti. Onlar çoğaldıkça coplar da çoğaldı ve devletin nefret odağına girdi anneler. Devlet o günden sonra annelere karşı sistematik bir şiddet ilişkisi kurdu. O ilişki biçimsel ve kurgusal olarak zamanla devletin Kürtlerle kurduğu ilişkinin bir türevine evirildi. Devletini soy kütüğüne göre anneler de çocukları kadar “tehlikeliydi” ve birçoğu devletin anlamadığı bir dilde konuşuyorlardı. Bu bile şiddet uygulamak için yeterli bir sebepti çünkü bu anneleri ile evlatları arasında politik bir işaret diliydi devlet açısından. Oysa zamanla aralarında daha politik bir işaret dili oluşmamıştı, onun için sırtlarına inen coplar da acıları kadar sadeydi. Acının sadeliği katmerli olandan azıcık da olsa baş edilir bir yanı vardı belki, yine de yaşananlar beşeri aklın anlamayacağı kadar büyüktü.
80 döneminin yeni bir türevi olarak tekrar gün yüzüne çıkan copçular yeni “Co’ların” sahneye inmesiyle aynıdır. O coplar o annelerin sırtına bir yandan devletin diğer yandan ise devletin resmi dilinin rızasıyla indiğine hep birlikte tanıklık ediyoruz. Her fırsatta ilahi bütün irfanlara sırtlarını dayamaya çalışan ve dindarlığı bir keramet olarak dillerinden düşürmemenin ne anlamına geldiğini en azından bizim kadar bildikleri muhakkaktır.
Esaret altında bile temel hak ve hukukları ellerinden alınan evlatlarının acılarını yüreklerinde hisseden annelerin haykırışlarının, ilahın varlığın hakikati kadar haklı olduğunu biliyoruz. Çocuklarının içinde bulundukları durumun acı hakikatini yüreklerinde hisseden annelerin feryadını devletin zebanileri tarafından bastırmak hem beşeri, hem insani hem de ilahi irfan anlamında derin bir çürümenin göstergesidir. Bunlar devletin başvurduğu ahlaki kötülüklerdir. Oysa devlet, toplumsal sözleşmesinin gereği olarak kendini kötülük yapmaktan men etmek zorundadır. Eğer bunu yapamıyorsa insan tabiatına bahşetmiş ahlaki kabiliyetine ve faziletine karşı gelmek demektir.
Şiddeti tekeline alan bir mekanizmanın her gün ritmini anaların sırtına vurarak arttırdığı şiddet üretimi, bu ülkedeki karanlığın boyutlarını görmemiz açısından önemlidir. Burada sadece o polislere sınırsız şiddet iştahı bahşeden devletin kendisi değil, aynı zamanda bu şiddet üretimine sessiz kalarak dolaylı bir şekilde onaylayan toplumun hakkını teslim etmek zorundayız. Zira ısrarını ve dozajını bu sessizlikten, bu kabullenişten alan bir mekanizmanın kendisinden bahsediyoruz. Lakin şunu da unutmamak lazım. Kürtler, Türkiye’nin batısına ihraç edilen şiddetin, haksızlığın ve kötülüğün staj alanı gibidirler. Devleti ele geçirenlerin Kürtler üzerinde yarattığı güç gösterisinin en son kendilerine yöneleceğini hatırlatmak da boynumuzun borcu olsun.