Ta ne zamandı, 12 Eylül’ün ikinci yılı… Cezaevinde, bir ziyaret dönüşünde görmüştüm onu. Yaşlı, epey yaşlı bir adamdı; gözleri korku doluydu; sadece gardiyanların değil, yemek dağıtan mahkûmların önünden bile düğmelerini ilikleyerek geçiyordu. ‘Doktor bey’ diyordu gardiyanlar, uzaklaştıktan sonra da yedi sülalesine sövüyorlardı. Doktordu gerçekten, hükümet tabibi gibi bir şey. Adana’nın bir ilçesinde, 12 Eylül’ün ilk günlerinde, nasıl gaza gelmişlerse artık, o ve bir başçavuş, define bulduğuna inandıkları 4 köylüye tuzlu lapa yedirip ayaklarından asarak öldürmüşlerdi. Siyasi vaka olmadığından herhalde, ağır cezalar almışlardı biraz. Çoktan ölmüştür artık, o tarihte bile çok yaşlıydı zaten.
Şule Çet’in katillerinden biri mahkemede, “Cezaevinde yöneticiler insanı gözünün içinden tanıyor. Ben orada iki tane ödül aldım” diye kibirlenince aklıma geldi yeniden.
Öyledir, bilirim, iyi bilirim, hakikaten insanı gözünden tanırlar orada. Kardeşlerimizin, kızkardeşlerimizin koğuşlarını darmadağın edip süngerli odalarda dövdüklerinin sebebi de odur zaten. ‘İyi huylular’ ile ‘kötüleri’ birbirinden ayırmak, onların işidir çünkü.
Öyledir, bilirim, bizi tanırlar, onları da…
‘Kafası koparılacak’, ‘tüyleri yolunacak’ veletlerdir onlar. Takım elbiselerle hava basmak, sağa sola laf atmak bir mahkeme şovudur da sonra gecenin zırıldamaları gelir. Duruşma salonunda yoksul babalara yapılan afra tafra, cezaevi kapısında biter çünkü. Üç kuruş maaşa talim eden her gardiyan, ‘şafak’ sayan her asker biraz acısını çıkarır kendi yoksulluğunun, ‘gözünden tanır’ onlar ‘iyi aile’ çocuklarını.
Öyledir, bilirim, hakikaten gözünden değilse de cüzdanından şıp diye tanırlar insanı oralarda. Çocuğunu yarım saat görebilmek için borçla harçla kilometreler aşan Cizre’nin yoksul kadınlarına benzemez onların aileleri. Bizim gibi ‘kızına sahip çıkamayan’ anne babalara ise hiç benzemezler. Sahip çıkarlar oğullarına, bir halt yemişse hele daha çok sahip çıkarlar. Evlat başka şeydir çünkü. İnsan evladını korumak ister; neyi varsa onunla yapar bunu. Biz dayak yeriz sokaklarda işte, yerlerde sürükleniriz evlatlarımız ölmesin diye, ‘cahil’ yazarlar künyemize, onlar cahil değildir ki! Bilirim, onların cezaevi yönetimleriyle, hatta tek tek gardiyanlarla nasıl ilişkiler kurduğunu, bu işlere nasıl büyük paralar akıttıklarını iyi bilirim. Bir yolunu bulurlar her zaman, hücrelere kendi elleriyle paket taşıyan müdürler savcılar görmüşlüğüm vardır; öldürülen kızların ailelerine servetle ya da beyzbol sopalarıyla yapılan ziyaretleri de biliriz biz.
Ve Mandolin… Ah o Mandolin! Aradan onca yıl geçti, ne zaman Yılmaz Güney’in Baba filminin o ‘mandolin’ sahnesini izlesem salya sümük ağlarım ben. Cinayet işlemiş hayırsız veliaht için yoksul bir sandalcıyla yapılan gece pazarlığını, o çaresizliği, Yılmaz Güney’in yanaklarından süzülen o gözyaşlarını…
Öyledir ama. Onların çocuklarının ‘mahvolmaması gereken istikbali’ vardır çünkü. ‘İstikbal’ mühim bir şeydir, nazlıdır da biraz, bizim mahallelerimize hiç uğramaz, ayakları çamura girsin de kirlensin istemez. Başlamadan biten yaşamlarımızın kenarından bile geçmez. Pompalı tüfekle kuş gibi avlarlar bizim Nihat çocuğumuzu, Ceylan uçup gider de gözleri kalır fotoğraflarda, panzerin yıktığı duvarların altında biter Muhammed’le Furkan’ın hikâyesi, Cemile’nin kaderine bir buzdolabı düşer, Berkin’e ise gaz fişeği…
***
Ama o hamal var ya işte o hamal… Hani “oğlum talebeydi, işkencede öldürdüler” diyen adama, İbrahim Kaypakkaya’nın babasına sarılıp ağlayan ve cenazeyi taşırken “para istemez” diyen o hamal… Beyaz tülbentli kadınlarımız hep onun çocuklarıdır, her cumartesi yorgun bacaklarını sürükleyerek yollara düşenler, sırtı coplanırken ah bile etmeyenler, adını her andığımızda içimizi titreten Leyla’mız, ondandır, hep onun mirasındandır. Biz hepimiz, o hamalın kırk yamalı paltosundan çıktık işte. Odur bizim varidatımız, bütün zenginliğimiz odur, vallahi de billahi de şu dünyada neyimiz var neyimiz yoksa odur, ondandır.
Ondan başka da kimimiz kimsemiz yoktur, vallahi de billahi de yoktur.
***
‘İnsanın gözünün içinden tanıyorlar’ diyor veliaht hazretleri.
Bizim gözümüzün içine bakmak öyle kolay mı?