Feodalizm dönemindeki bir parlamentodan daha az hakka sahip olan Avrupa Parlamentosu (AP) için yapılan seçimler, tahminlerin ötesinde bir sonuç çıkarmadı. Sonuçları, her AB üyesi ülkenin kendi iç sorunları tarafından belirlenen seçim sonuçlarını, verilen oy oranları açısından değerlendirmeyi parlamentarizm aşığı liberal kalemlere bırakalım. Biz esasa, yani ekonomik-politik arka plana bakarak bir değerlendirme yapmaya çalışalım. Bu çabanın okuru daha aydınlatacağına inanıyoruz.
AP’nin yetkileri
Ama önce seçilen parlamentonun ne yaptığına, yani ne gibi hakları olduğuna bakmak yararlı olacaktır. AP’nin yasama, bütçe kabul etme ve kontrol hakları var -ancak bu hakları sadece AB Komisyonu, AB Bakanlar Kurulu ve Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi ile birlikte kullanabilir. Tarım, enerji, iç politika ve adalet alanlarında yasama hakkı bulunan AP, dış ve güvenlik politikaları alanında sadece “bilgilendirilme” hakkına sahip, ki asıl can alıcı nokta burasıdır.
AB bütçesi, AP ve AB Bakanlar Kurulu ile birlikte onaylanıyor, yani parlamento yürütmenin karşı çıktığı bir bütçeyi, istese de kabul edemiyor. Ama en azından AB Komisyonu’nu “aklamama” hakkı bulunuyor -her ne kadar bu “aklamamanın” herhangi bir yaptırım gücü olmasa da. Nihayetinde AP, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi’nin yapacağı öneri üzerine AB Komisyon Başkanı ve Bakanlarını seçiyor. Parlamentonun öneri hakkı yok. Üçte ikilik bir çoğunlukla Komisyon üyelerini istifaya çağırma hakkı olan AP, AB Komisyonu’na soru sorma hakkına (!) sahip. Kısacası AP dişsiz bir kaplandan ibaret, ama Avrupalı emperyalist güçlerin AB çatısı altındaki politikalarına meşruiyet sağlama görevi olan bir parlamento.
‘Kader seçimleri’ mi?
Avrupa’daki yaygın burjuva medyası seçimlerden önce AP seçimlerini bir nevi “Kader Seçimleri” olarak deklare etmiş ve asıl kavganın “Avrupa taraftarları” ile “Avrupa karşıtı aşırılar” arasında olacağını telkin etmeye çalışmıştı. Bilhassa Alman basını, Avrupa’nın “aşırı sağ ve sol tarafından saldırıya uğrayacağı” görüntüsünü çizmeye çalışmıştı. Aslında bu görüntünün arkasında gizlenmeye çalışılan, 40 yıl boyunca egemen sınıflar açısından gayet iyi işleyen muhafazakâr-sosyal demokrat işbirliğinin elindeki çoğunluğu kaybetme korkusuydu. Nitekim bu çoğunluk kaybedildi ve gene “Pro-Avrupalılar” olarak nitelendirilen ve aralarında Yeşillerin de bulunduğu liberal güçler ile işbirliğine girilmesi zorunluluğu ortaya çıktı. Aslında bu “Avrupa karşıtlığı-taraftarlığı” tartışması, AB sınırları içerisindeki ezilen ve sömürülen sınıfların AB çatısı altında yürütülen saldırgan neoliberalizme ve a-sosyal politikalara karşı duydukları nefretin ve bu bağlamda egemen politikanın alt sınıflardaki güvensizliğinin üstünü örtmeye yarayan demagojik bir söylemden ibaret. Çünkü “Avrupa karşıtlığı” olarak nitelendirilen olgu, tekellere yarayan politikaların açık reddidir.
Madalyonun öbür yüzü
Ancak, ki bu da madalyonun öbür yüzüdür, egemen politikaya karşı duyulan derin güvensizlik tüm Avrupa’da alt sınıfların kendilerine yarayacak bir sosyal ve demokratik karşı koyuşa değil, ustaca körüklenen sağ popülist söylemlerin ve göçmen-mülteci düşmanlığının da yardımıyla ırkçı-faşist hareketlere kanalize edilmektedir. Nitekim uzun süredir devam eden “sağa kayış”, bilhassa Avrupa toplumsal ve siyasi solunun basiretsizliği nedeniyle, bu seçimlerde de devam etti. Ancak, her ne kadar ırkçı-faşist partiler oluşturdukları fraksiyonlarla 751 sandalyenin 171’ini ellerinde tutuyor olsalar da, AB düzeyinde herhangi bir karar alma yeterlilikleri yok. Alman AfD’sinin, Avusturya FPÖ’sünün, İtalyan Lega’sının veya Macar Fidesz’inin ve tüm diğer ırkçı-faşist hareketlerin yeşillendiği toprak, bizzat Avrupa’daki egemen sınıfların ve emperyalist güçlerin a-sosyal, militarist, neoliberal soygun politikalarıdır. AB, esas itibariyle sömürü derecesini artırma ve ekstra karlar sağlamanın ekonomik aracıdır ve bu nedenle de siyasi olarak, ezilen ve sömürülenleri milliyetçilik üzerinden birbirlerine düşüren, ırkçılığı yaygınlaştıran bir yapıdır. Nasıl faşizm bir anomali değil, kapitalizmin doğal bir sonucu ise, ırkçı-faşist hareketler de Avrupa’daki egemen politikanın meşru çocuklarıdır.
Umut Yeşiller’de mi?
Son dönemlerde özellikle Avrupa gençliği arasında yaygınlaşan iklim protestoları genel olarak Avrupa çapında “Yeşil” partilere yaradı. Almanya’daki Yeşiller tarihte ilk kez Sosyal Demokratları geride bırakarak ikinci parti durumuna geldiler. Sosyal demokrasinin zayıflaması, genel olarak Yeşiller’e yaradı. Bu durum sol-liberal kesimlerde, “sol iktidar olanaklarının artması” olarak nitelendirildi. Ne var ki, Yeşiller’in “solculuğu”, egemen politika arenasının “solunda” durmaktan ibaret. Örneğin Almanya’da ortağı oldukları Eyalet Hükümetleri’nde uyguladıkları iktisat politikalarıyla iklime zararlı birçok adıma onay vermekteler. Dahası, liberal FDP’den bile daha çok militarist politikaları desteklemekte ve güya “insan haklarını koruma” gerekçesiyle müdahale savaşlarını talep edebilmektedirler. Almanya’da federal düzeyde veya Avrupa’da AB çapında iktidar ortağı olmamaları, bu gerçeği değiştirmiyor. Nitekim yeni seçilecek olan AB Komisyonu’nda yer alabilecek herhangi bir “Yeşil” Savunma Bakanı, bir zamanlar Joseph Fischer’in dediği gibi “Yeşil politika değil, Avrupa’nın politikasını” yapacaktır. Askeri araç ve gereçlerin, saldırı tankları ve helikopterlerinin veyahut savaş gemilerinin ekolojik değeri yüksek ve çevreyi koruyan metotlarla elde edilen enerji taşıyıcılarını kullanmaları, bunların emperyalist savaşlarda kullanılan cani araçlar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Günümüzün Alman Yeşillerinin rengi, çevreci “Yeşil” değil, Alman militarizminin fıstıkî yeşilidir.
Sermaye ve Yeşiller
O açıdan bakıldığında, genç, teknoloji yatkını, çevreci, azınlıkların tekil çıkarlarının savuncusu ve ilerici görünümleriyle özellikle genç seçmenin sempatisi ve oyunu alan Yeşiller’in, ne Almanya’da, ne de Avrupa düzeyinde ezilen ve sömürülenler için bir umut ışığı olmaları söz konusu değil. Zaten araştırmaların kanıtladığı gibi, genelde ortalamanın üstünde gelire sahip olan kesimlerin seçmen çoğunluğunu oluşturduğu Yeşiller’in sermayeye ne denli yarar getirebileceği ve sınıf tahakkümüne toplumsal rıza üretmede nasıl yardımcı olacağı çoktan sermaye grupları tarafından fark edildi bile. Öyle olmasa, Alman Sanayiciler Birliği BDI başkanı seçim akşamında, “etabile halk partileri de artık iklim sorunlarının çözümüne odaklanmalıdır” biçiminde bir açıklama yapmazdı.
Sol ‘sınıf’ta kaldı!
Ya Sol? Avrupa toplumsal ve siyasi solu, burada özellikle reformist solu kast ediyoruz, egemen sınıfların ehlileştirme politikalarına boyun eğerek ve gerek üye ülkelerdeki, gerekse de Avrupa çapındaki toplumsal hoşnutsuzluğa, ekonomik sorunlara ve çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesine gereken yanıtı veremeyerek “sınıfta kaldı”. Radikal solu dışlayarak, iktidar ortaklığına oynayan reformist sol, temsil ettiğini iddia ettiği kesimlerden giderek uzaklaştı ve marjinalleşti. Görüldüğü kadarıyla kendisini bu durumdan kurtaracak bir reçeteye de sahip değil.
Sonuç itibariyle AP seçimlerinin Avrupa’daki hegemonik koşullarda bir şey değiştirmediğini söyleyebiliriz. Zaten nasıl değiştirebilir ki, yüz milyonlarca insanın verdiği oylar, İtalyan FiatChrysler tekelinin Fransız Renalut tekeliyle birleşerek, dünyanın üçüncü büyük otomotiv tekelini oluşturacağı haberi karşısında sermaye açısından hiçbir değer taşımazken? Lenin 1915’te “kapitalizm koşulları altında Avrupa Birleşik Devletleri ya gerçekçi değildir, ya da gerici olacaktır” derken bu günleri düşünmüş müydü bilemeyiz, ama bizce hâlâ haklı. AB gericiliğin ve emperyalizmin bir kalesi olmaya devam ediyor hâlâ. Seçimlerin en önemli sonucu bizce budur.