Öcalan, şu an yapılan görüşmelerin bir müzakere olmadığını ısrarla vurguluyor. 2013 ve 2015’te yaşanan önemli tarihi açıklamalar noktasında halen yerli yerinde olduğunu ifade ediyor. Şu an içine girdiğimiz süreç bir rehavet süreci olamaz
Bilinen bir hikâyedir, Çin Başbakanı 1950’lerde Fransa’yı ziyaret eder. Bu ziyaretinde bir gazeteci 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi hakkında ne düşündüğünü sorunca, başbakandan ilginç bir cevap alır: “Bu konuda konuşmak henüz erken”. Tarihi süreçlerin etkileri uzun solukludur ve sürekli değiştirme/dönüştürme gücünden kaynaklı, yıllara meydan okurlar. Bu süreçlerin ardılları olarak yine pek çok olay olur ve bunlar, kendi etkileri oranında ya hayatta kalırlar ya da silinirler.
Haliyle yeni hayat bulmuş bir şeyi tartışırken hem çok erken hem de çok geçtir aslında! Güncelde yaşananların etkilerini, Braudel’in olayları ‘toz’ olarak nitelemesinde olduğu gibi, tozlu görürüz. Fakat Çin başbakanının da ‘hala erken’ deyişindeki haklılığını da akılda tutarak, bu durum üzerine konuşmayı engellemez, bilince çıkarma çabalarını ertelemez. Tanık olunduğu üzere kesintisiz 7 ay süren ve 200. gününde formu değişen bir direniş hattı örüldü. Pek çok şey söylendi. Bu saatten sonra da daha çok söylenecek, tartışılacaktır. Bugün şunu net söylemek mümkün: Kürt kimliğini özgürlük temelinde savunmak, bu dönemin en zorlu gerçekliklerinden biridir. Dün çok zordu, bugün daha zor. Çünkü devletin Kürt gerçekliğine yaklaşımı sürekli yüz değiştiriyor. Kendini sürekli yeniliyor. Bize düşen de buna denk düşecek bir siyaset geliştirmektir.
Thomas Münzer örneğini hatırlayalım. Aydınlanma çağının tam da şafağında tarih sahnesine çıkarken içinden geçtikleri eşitsizliğin artık kıyamete yaklaştığını anlamış; ezilen, yok sayılan köylüleri örgütleyerek varlık savaşını başlatmıştı. Aynı zamanda bir teolog olan Münzer, “Hiçbir keşiş, hiçbir köy papazı, hiçbir rahip gerçek din konusunda beni bilgilendirmedi” diyordu. Kürtlere dair hakikat de bugün her şeyi ile ortada iken, muhataplardan kimse gerçek bir bilgi ile yaklaşmıyor ve sorumluluk üstlenmiyor. Örneğin Kürt sorununun en önemli muhatabı Sayın Öcalan’dır, yol haritası ve önerileri ortadadır ama muhatap yoktur. Zorluk da böylece katlanmaktadır. Sayın Öcalan’ın avukatlarının son iki görüşmeye dair verdiği demeçlerde göze çarpan ortak bir konu, siyaset üreteme halimize olan eleştiridir.
Üretimsizlik sorun doğuruyor
Gerçekten tüm sorunun kaynağı burasıdır, dar, yetmez anlayışlara boğulmak, kısırdöngü tartışmalarla birbirini tüketerek dünya ve bölge siyasetinin gerisinde kalmak ve diğer tüm saikler bu mesele etrafında düğümleniyor. Üretim yoksa polemik olur!
Siyaset üretilemediği zaman olmazın felsefesi gelişiyor. Oradan yol almaya çalışırsanız sizi uçuruma götürür. Bu da halktan kopukluğu getiriyor. Halktan kopuk siyaset, iktidarın işine gelir. Çünkü parçalı hal, örgütleme konusunun en temel sıkıntısıdır. Örgütleme, birleştirmedir. Parçalılık varsa iktidar orada yeşerir, büyür. AKP örneğinde olduğu gibi teklik rejimi kendini dayatır.
Teklik rejiminde, diğer adı ile kendi putuna tapma, yaşam zaten kapalı olur. Bu kapalılık savaş sistemi ile iyice daraltılır, karanlık kılınır. Direniş dediğimiz şey, yaşama müdahaledir, katılım isteğidir. Onu açık kılma, aydınlatma girişimidir. 14 Temmuz ve bu tarihe gelen sürecin gerçekliğini bu açıdan okuduğumuzda bugünkü direnişleri de daha iyi anlarız.
Mazlumlar, Kemaller, Hayriler ve nice yoldaşları her şeyden önce büyük özgürlük savaşçılarıdır. Birer hafıza olan bu isimlerin, halen devletin de hedefinde olmaları tesadüf değildir. Çünkü onlar ‘özgürlüğü’ seçti, imkânsızlıklar içinde yol açtılar. Sahip oldukları tüm ideolojik-bürokratik aygıtlarla yüzlerce yıldır inkâr ettikleri, her türlü komployu reva gördükleri ve aşağıladıkları Kürt kimliğinin bu isimler şahsında karşılarına özgürce çıkması kahredici olmaktadır. Dolayısıyla özgür Kürt kimliğinin tehlikeli olmadığını ve kardeşçe yaşamanın bir gereği olduğunu onlara kabul ettirmek, bugünkü siyasetin de belki de en zor sınavıdır.
Diyarbakır zindanında dünyaya yetecek bir vahşet yaşanmaktadır. Mazlum Doğan, “Varlığımızdan vazgeçmeyiz, tarih karşısında sorumluyuz” diyerek yaklaşıyor bu duruma. Mahkeme savunmasında “Biz vampir değiliz” diyor hâkime. Vampir, kanla beslenendir. Kan, savaştır. Vampirlerin karşısında olanlar, yaşamı ve aynı zamanda barışı kurmaya çalışanlardır.
Kemal Pir, “Türk halkının kurtuluşunun da Kürt halkının özgürlük savaşımından geçtiğini görüyorum” diyerek tarihe bir not bırakır o mahkemede. Ve ekler: “Yarın milyonlar olacağız.” Ve tarih onun yanında yer alır, bugün haklı çıkarır.
Direnmeyen yozlaşır
Hayri Durmuş, mahkeme savunmasında, “Mahkeme heyeti Kürtlerin varlığı yokluğu meselesini veya Kürdistan’ın varlığı yokluğu meselesini sık sık tartışma konusu yapmaktadır. Bu durum bizce acayip karşılanmaktadır. Bugün artık bu konu, tartışması yapılmayacak kadar açıktır” der. Mazlum’a paralel “Varlığımızı inkar ettiremezsiniz” diyerek kalın bir çizgi çeker. Daha sonra “Onurunu ve değerlerini korumak isteyene ölümden başka hiçbir yol bırakılmadı. Yasalarınıza göre bize vereceğiniz cezanın bin beteri çektirildi, çektiriliyor. Burada ağzımızdan çıkan her sözcüğün cezaevindeki bedeli vahşettir. İşlenen bu büyük suçları tüm engellemelerinize rağmen dünya kamuoyuna göstereceğiz. Şu andan itibaren ölüm orucuna başladığımızı duyuruyorum” sözlerini sarf eder.
Sayın Öcalan, 14 Temmuz ölüm orucunda yaşamını yitirenleri anarken, her şeyden önce ‘onları yaşatamama’ burukluğunu yaşadığını ifade eder. Çünkü Hayri’nin sözlerinde yaşama çağrı vardır. Öcalan, bunu en iyi gören kişidir. Yaşam sıfır noktasındadır fakat talep vardır. 1994 yılında “İşte biz, tüm zamanların ölüleri, yeniden ölüyoruz; ancak, bu kez yaşamak uğruna” diyen Zapatistalar, ‘yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz’ diyenlerle aynı gerçeği savunuyorlar. Biz bugün yaşamı savunuyoruz. Yaşam şahsında toplumu!
1974’te İran’da idam edilen devrimci Khosrow Golsorkhi, çıkarıldığı askeri mahkemede “Ben kendimi savunmayacağım, halk adına buradayım, onları savunacağım” der. Duruş budur… Çünkü biliyoruz; devrim mucizelerle değil, direniş kıvılcımları ile gelir. Haliyle her eylemimiz öncelikle anlamlı olanla anlamsız olanı açığa çıkarmak zorundadır. Zamanın sözünü söylemek gerekir. Diğer türlüsü geç kalmaktır. Leyla Güven şahsında başlayan ve dünyanın dört bir yanına yayılan açlık grevi direnişi de zamana dair söz hakkını kullanma inisiyatifidir. Biz direniyoruz, direnişe inanıyoruz çünkü yaşamı bu şekilde öğreniyoruz. Yaşamdaki döngüyü, değişimi ve ilerlemeyi bu şekilde anlıyor, özgürlüğü bu şekilde kavrıyoruz. Savaş küçültür, direniş büyütür. Bunu yaparken buna saygı da bekliyoruz, bekledik. Çünkü isyanımızın sebebini ortadan kaldırmak istemeyenler, isyanın kendisini ortadan kaldırmakla meşguller. Oysa tarih yeterince şahittir, özgürlüğünü yitiren insan, insanlığını da yitirir. Direnmeyen yozlaşır… Özgürlük, kendini yönetmekle başlar deyişimiz bundandır. İnsanca bir yaşam, insanca bir temsil… Özgür bir yaşam mümkündür. Bu da, bizim için sürekli yeni bir kavrayış ve karara ulaşma anlamına da geliyor.
Bilindiği üzere direnişin merkezi 20 yıldır mutlak ve derinleştirilmiş tecrit altında tutulan İmralı’dır. Burada direnişin yöntem olarak tarihsel yönü, denk geldiği sosyo-ekonomik etkileri ve üçüncü bir ilke olarak özgürlüğe dair belirleyici etkisi süreci belirleyen üç ana karakterdir. Bu karakter, zindanları ve dünyanın dört bir yanını harekete geçiren örgütlenme tarzıdır. Direniş burada ilk olarak muhalefet veya hâkim iktidarı, ikincisi siyasal ve askeri örgütlenme biçiminin ekonomik ve toplumsal üretimin mevcut biçimlerini sarsarken, üçüncüsü de demokrasi ve özgürlüğün yolunu gösterir.
Bugünkü mevcut yönetim ve anlayışlar, meşruluğu savaşta, sınır ötesi operasyonlarda ve işgal girişimlerinde ararken, demokratik kamuoyu kendi siyasal çözümünü demokraside arıyor. Savaşa karşı, barışın yanında bir demokrasidir bu. Haliyle bir çıkış peşindedir. Özellikle 2015 ile başlayan ve tüm ülkeyi tecrit altına sokan savaş ile beraber yaratılan suskunluk sarmalı, açlık grevleri eylemi ile 200 günün sonunda önüne set çekildi. Demokrasi ihtiyacının barış ihtiyacı ile ne kadar uyumlu olduğunu göstererek, yeni siyasal hamlelerin önünü açtı.
Türkiye’de ‘thanato-politika’ denen süreçten geçiyoruz. Bu politik süreç, hayatın çalınıp, ölümün sisli alana çekilmesidir. Bireyin bir hiç olduğu ona onaylatılır. Yaşanmış olan artık bir hayat değildir. Tecridin yansıması budur! Bu politikadır… O halde soralım: Apolitikleştirme ile yaratılan korku iklimini, direnişten başka ne ile kırabilirdik? Grevlerle ortaya çıkan çıkış dalgası, devletin beklentili ruh haline angaje olmuş, umutsuzluk ile zaten ne yapsak da bir şey olmaz diyen anlayışları da bir tarafa itmiş oldu, doğrultu verdi.
7 maddelik deklarasyon
6 Mayıs’ta açıklanan 7 maddelik bildiri önemli bir demokratik deklarasyondur. Burada herkese çağrı vardır. Bu çağrı duyulmalı ve el ele verilerek bir adım atılmalı. Onurlu bir barışın yolları yeniden tartışılmalı ve hükümetin adım atması için siyaset yapılmalıdır. Toplantılar, tartışmalar, çağrılar olmalıdır. Ülke olarak çok zor bir eşikteyiz ve yarın çok geç olabilir.
Öcalan, şu an yapılan görüşmelerin bir müzakere olmadığını ısrarla vurguluyor. 2013 ve 2015’te yaşanan önemli tarihi açıklamalar noktasında halen yerli yerinde olduğunu ifade ediyor. Şu an içine girdiğimiz süreç bir rehavet süreci olamaz. Çünkü daha zor bir kulvara evirildik. Direnişin başarısını örgütlemek lazım! Barış, toplumsal uzlaşı, sonuç getiren Gandi tarzı eylemsellikleri yeniden konuşma ve hayata geçirme zamanı. Leyla Güven’in Yeni Yaşam gazetesine verdiği röportajda, “Şu an barışa hem çok yakınız hem de çok uzak. Uzağız çünkü Türkiye’yi yönetenler, Ortadoğu’daki devletleri yönetenler çok geleneksel ve iktidarcı bir zihniyete sahipler” sözlerine katılıyorum. Hem onurlu bir barışa çok uzak hem de çok yakın olduğumuz süreçlerden geçiyoruz. Hem eskiyi yıkıp yeniden kurma, hem de yeniyi kuramama gibi bir paradoksun içindeyiz. Bunun sonucunu tayin edecek şey, tamamen yürüteceğimiz, yükselteceğimiz mücadeledir. Çünkü AKPMHP bloğu güçsüz durumdadır. Onları daha da geriletecek şey mücadeledir. Başka bir şey değil…
Şiddet sarmalını kırmak
Şimdi ne olacağı kısmına gelinirse;
Bu içinden geçtiğimiz direniş hattı doğru temelde anlaşılır, sahiplenilir ve örgütlenirse, salyangoz misali örgütlenmeye evrilir. Salyangoz dünyasını sırtında taşıyan bir canlıdır. Kabuğu, en uzak sesleri bile kulağa iletebiliyor. Sarmal, kendi etrafında helezonik dönebilen kabuk yapısı, dikkat edilirse genişledikçe bir kısırdöngüye girmiyor. Sürekli eviriliyor ve hareket kazanıyor. Grev direnişleri sarmal şekilde, dönerek büyüdü ve hareket kazandı. Bundan ötürü geldiği nokta bir bitiş değil başlangıçtır, bir küçülme değil büyümedir. Kendi içine hapsolma değil, dışarı daha çok açılmadır! Bunu özenle vurgulamak gerekir…
Direniş başarıya ulaştı ama tecrit kırıldı demek yanılgılı olur. Avukat ve aile görüşü ile tecrit bitmez. Tecrit hücrelerimize kadar sinmiş durumda. Tecrit şu an belediyelerimizin önünde, içinde, yapılmak istenen insani bir basın açıklamasına sıkılan suda, sabah beşte evlerin kapısını kıran anlayışta, kadına dair normalleşen şiddette, oyuncağa dönen adalet sisteminde, Güney’i bombalayan, ülkeyi kaosa sürükleyen akılda, çakılan ekonomide… Hâsılı tecrit tüm ülkeyi sarmış durumda ve kırılması için daha çok mücadele etmek gerekir.