İstanbul’a yerleştikten sonra ilk yıllarda otobüsle, yetmişlerin sonuna doğru da arabayla giderdim köyüme. Elbistan’ın suyu kıt, her birinde ilkokulu olan ve dört mahalleden oluşan, 26 köyün bağlı olduğu, sağlık ocağı, nüfus ve tapu daireleri, postanesi, meteoroloji istasyonu olan bir nahiye merkezi idi. 1200’ün üzerinde seçmeni vardı ve o dönemler sandık görevlilerinin oylarını saymazsak oylar çok büyük çoğunluğu ile CHP’ye, biraz da Türkiye İşçi Partisi’ne giderdi.
Köyümüz Gücük, Alevilerin en önemli kültürel ve inançsal merkezlerinden biri olan Kantarma’dan tümüyle ancak 1945’ten sonra ayrılmasına rağmen büyüyerek nahiye olmuş ve Kantarma’yı da kendine bağlamıştı. Halkının tamamı Kantarma kökenli olduğu için bir Kantarmalı dede, “Gücük payitaht olsa bile Reisicumhuru Kantarmalı olur” demişti. Her aile bölünerek önce iki, sonra altı köye dağılmıştı.
Şimdi dört mahallesi olan koca köy, iki muhtarlık ama tek okul ve nahiyeye bağlı on üç, on dört köyün taşımalı eğitimden yararlanan ilk ve ortaokuluyla yetinmekte ve tüm okulda eski okuduğumuz okulun öğrenci sayısı kadar bile öğrencisi bulunmamaktadır. Seçmen sayısı da yüzün biraz üzerinde.
O dönemler sadece Gücük’ün on dört, on beş sürüsü vardı, şimdi bu yıl katılan iki sürü ile eski sürülerin yarısından az sayılı üç sürü var.
Gücük köyünün kaderini, ülkenin orta ve doğusunda bulunan hemen tüm köyler paylaşmakta. Büyükşehir belediyelerinin yönetimndeki tüm köyler mahalleye dönüşüp tüzel kişiliklerini kaybettiğinden malvarlıklarını belediyelere terketmek zorunda kaldılar. Kendi çıkardıkları ve evlere dağıttıkları suları için bile belediyelere para ödemekteler.
Tekrar yukarıya dönersek, ilk yıllarda yolumuz üzerindeki köyleri uzaktan görür görmez tanırdım. Kayseri’den sonra gördüğümüz köy eğer yeşillikler içinde, beyaz badanalı, şirin bir köyse Çerkes veya Çeçen köyüdür; yok, eğer içi içe girmiş, çatısız toprak evlerden oluşuyorsa Türk, Kürt veya Avşar köyüdür.
Gçtiğimiz cuma sabahı aniden çıkıp eşimle birlikte Elbistan’ın Gücük köyüne, köyümüze gitmeye karar verdik. Kendimden beklemediğim bir performansla yoldaki dinlenmelerle birlikte on saat karar bir sürede Kayseri’ye vardık ve otele yerleştik. Cumartesi sabahı tekrar yola çıktık. Pınarbaşı ilçesine kadar hızlı bir şekilde, iktidarımızın, babalarının parasıyla yapıp millete ikram ettiği ve hep başına kaktığı bölünmüş yoldan gittik.
Buralara kadar köy, hatta hep dışından geçtiğimiz için şehir bile görmedik. Bu nedenle eşimin de onayı ile Sarız’dan itibaren köy yollarından gitmeye başladık.
Bir kere eskiden görmeye alıştığım manzarayı göremedik. Arkık köyleri eğer önceden tanımıyorsam görünümleriyle ayırt edemiyordum. Özellikle yurt dışında çalışanlarının çok olduğu Kürt köylerinde lükse kaçan koca koca evler vardı. Yüz otuz kilometrelik yolda, sadece bir kişi ile konuşma fırsatı bulduk, o da başka köyden gelmişti. Yaz olmasına rağmen ancak bir ay kadar oturulabilen evlerin yarıdan fazlası boştu. Köyün etnik kimliğini anlamıyorduk ama caminin varlığı sayesinde Sünni köyleri tanıyabiliyorduk. Yani köyler kimlik değiştirmişti. Otuz yılda ekilebilen toprakların nerdeyse yarı yarıya azaldığı, hayvan sayısının üçte bire düştüğü köylerin insanı, tembelleşmişti. Köyde yaşayan yaşlılar, ya devletin üç kuruşluk sadakasıyla, ya da yurt dışındaki akrabalarının yardımları ile geçiniyorlar.
Köyler öyle de şehirler daha mı iyi?
Maraş, Malatya, Adıyaman illerini köyleri ile birlkte çok sık gezdiğimden tüm kaderlerinin aynı olduğunu söyleyebilirim.
Öğrencilik yıllarımda Maraş ve Malatya’nın “yetmiş bin nüfuslu birer köy” olduğunu söylemiştim. On beş yirmi katlı binalarla köy olma vasıfları kalmamış ama sosyal yapı bakımından köylülüğün de gerisine düşmüş şehirler. Eskiden Elbistan’ın Maraş’ın, Antep, Malatya ve Adıyaman’ın Kürt ve Türk kimlikleri vardı. Şimdi ise kent kimliğinin Kürt ve Alevi yanı inkar edilmekte ve onu hatırlatacak tüm enstrümanlar ortadan kaldırılmak istenmektedir. Sümer ve Hitit’te Pagan, Bizans’ta Hıristiyan, Selçuklu ve Dulkadir’de Alevi, Osmanlı döneminde Alevi, Sünni, Ermeni, Kürt, Türk olan Maraş, şimdilerde tek etnili, tek inançlı, Sünni Türk bir kimliğe kavuşturulmak istenmekte ve bu yolda çok yol alınmış bulunmaktadır.
Tabiatı, içindeki kurdu kuşuyla, börtü böceğiyle, dağı, ovası, deniziyle, tahrip eden, yozlaştıran, çölleştiren iktidarlar en büyük tahribatı insan üzerinde yaptılar. Çağdışı bir eğitim sistemiyle uyuşturulan beyinler sayesinde insandaki kültürel çölleşmeye de yol açtılar.