Daha evvel, herhangi bir konuda düşünce belirtmek pasif eylem biçimlerindendi. Zaman değişti, döndük yeniden 1980 koşullarına ve bu şartlarda bildiri yayınlamak, düşünce ifade etmek, bu düşüncenin arkasında durmak, bedel gerektiren yöntemlerinden biri haline geldi.
Kuşkusuz bu konuda bildirinin içeriğidir önemli olan. Her bildiri bedel ödetmiyor. Şimdi karşımızda taban tabana zıt iki bildiri var. Bildirinin biri tarihe karşı sorumluluk içerir ve not düşerken, bir diğeri imzalayanlar açısından ikbal kapılarını açıyor. Biri muktedire karşı halktan yana, bir diğeri muktedirin yanında halka karşı. Biri hakkı ve hukuku, bir diğeri cezayı ve baskıyı savunuyor. Biri vicdani ve insani olanı, ötekisi gücü arkasına alarak ezilenlere had bildiriyor, parmak sallıyor.
AYM’nin Barış Akademisyenleri hakkında verdiği karar üzerine başlatılan linç kampanyası ve sonrasında 1071 imza ile yayınlanan bildiri, içinde yaşadığımız dönemi, iki düşünce eğilimi arasındaki temel farklılığı ve çizgiyi dışa vuruyor. Ocak 2016 tarihinde “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atan 1128 akademisyen ile onlara destek verenler o günden beri hedefte. Önce devletin en tepedekilerinin hakaretlerine ve tehditlerine maruz kaldılar. Sonra Akademiden kovuldular, işsiz bırakıldılar, KHK mağduru oldular. Mahkeme kapılarında süründürülerek, cezaevlerine atıldılar. Bu saldırı, akademinin pasif mücadele kimliğini esaslı bir duruşa dönüştürdü. Birçok akademisyen, bu insani ve tarihi duruşuna sonuna kadar sahip çıktı. Füsun Üstel gibi akademisyenlerin çoğu haklarında verilen cezalara karşı Hükmün Geriye Bırakılma talebinde bile bulunmadı. Baskı ve izolasyon, karşıt bir direniş yaratarak, tarihi bir eyleme, duruşa dönüştü.
Bunun üzerine son yıllarda yargının düşünceyi cezalandıran kararlarının aksine AYM’den “düşünce ve ifade özgürlüğünün evrenselliğini” hatırlayan bir karar çıktı. Hemen arkasında linç girişimleri başladı. AYM bu kararıyla “terörü meşrulaştırıyor” şeklinde karşı kampanyalar örgütlendirildi. İktidar medyası o günden beri bu savaşta mağdur olmuş kesimleri bu konu üzerinden manşetlerine taşıyor. Sonrası malum. Temel karakteri iktidarda kim olursa olsun onu desteklemek olan bir grup “bu suça ortak olmayacağız” diyen meslektaşlarının cezalandırılmasını istiyor. Bunu da barış akademisyenlerine suç sayılan bir yöntemle yani bildiri yayınlayarak yapıyor. Üstelik bir tarihi referansla. Bildiri, 1071 imza ile Malazgirt’e gönderme yapıldı. Sayıyı tamamlamak için sahte ve mükerrer imzalar kullanıldı. Rezaletin bu kadarına daha önce tanıklık etmedi insanlık. Akademinin içine düşürüldüğü hal, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir noktaya vardı.
Üstelik akademisyenlerin cezalandırılması için gönderme yapılan tarihi referans, savunanlar açısından bile sapmayı ifade ediyor. 1071 Kürtlerin, Türklere Anadolu kapılarını açtığı tarihtir. 1071 tarihte gelişen Türk-Kürt ittifakının en önemli örneklerinden biridir. 1071 Kürdün dostluğu sayesinde devasa bir siyasal güç haline gelmenin adıdır.
Bu tarih bilmez ve tarihe yabancılaşma hali, 1071 imza ile Kürde dostluğun cezalandırılmasını istiyor. Kürdün derdini anlamanın teröristlikle eş değer olduğunu savunuyor. “Kürdün evini-barkını başına yıkmayın, yaşam alanlarını bombalamayın” diyen bir düşüncenin ibreti alem olsun diye cezalandırılması için yırtınıyor.
Düşüncenin cezalandırılmasını, ifade özgürlüğünün ayaklar altına alınmasını savunan bildiri, düşünceye karşı bir başka düşüncenin ifade edilmesi olarak tanımlanamaz. Bu bildiri millitarizmin sözcülüğüdür. Baskı politikalarının savunuculuğudur. Bildiride imzası bulunan akademisyenlerin bir kısmı elbette mahalle baskısı altında, işini kaybetme ve fişlenme korkusundan bu bildiriye imza attı. Bir kısmı ise ikbal uğruna savunması gereken değerleri ayaklar altına aldı.
Ama bir kısmı gerçekten içindekini dışa vuruyor. Başka herhangi bir meselede yayınlanacak ve özgürlüğü savunan bir bildiriye bu imzacıların çoğu büyük ihtimalle destek verirdi. Ama Kürt meselesi söz konusu olunca, kimsenin gözü “özgürlüğü”, “evrensel değerleri”, “düşünce özgürlüğünü” görmüyor. Çünkü Kürt sorunu sadece turnusol değil, aynı zamanda herkesin içindeki faşisti açığa çıkaran bir işleve sahiptir. Çünkü toplum onlarca yıldır yürütülen savaş ve şiddet politikaları ile zehirlendi ve 1071 bildirili metin şimdi bu zehri akıtıyor.
Fakat bu işin bir döngüsü var. Kürdü vurmak için inşa edilen her baskı sistemi bir süre sonra dönüp sahiplerini vuruyor. Daha önce Deniz Baykal’ın ısrarı ile değiştirilen ve katılaştırılan TMK ile Kemalistler yargılandı. Cemaatçiler Kürde karşı geliştirdikleri ne kadar anti demokratik uygulama varsa şimdi hepsinden fazlasıyla paylarını alıyorlar. Benzer şekilde diğer kesimler de öyle. Bugün düşüncelerin suç sayılmasını isteyen, demokratik düzenin altını oymaya çalışan akademisyenler de bir gün yaptıkların muhatabı olacak. İşte o zaman da onları savunma görevi yine bizlere, “bu suça ortak olmayacağız” diyenlere düşecek.