Türkiye’de hukuktan diplomasiye, savunmadan iç ve dış politikaya kadar bütün bir devlet mekanizması Kürt düşmanlığı üzerinden işliyor. Denilebilir ki, Türkiye devletine biçimini Kürt korkusu ve düşmanlığı veriyor. “Kürt korkusu” ya da “Kürt düşmanlığı” derken de kastettiğim Kürtlerin hak ve hukuk mücadelesinden duyulan korku, Kürtlerin demokratik kazanımları karşısında kapılınan paniktir. Biri diğerini doğuruyor.
Sadece şu son iki haftada gelişen bir olay ve ardından başlayan tartışmalar bile bu saptamamı bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Bir hukuk meselesi, bir yargı kararı ve ardından başlayan tartışmalarda, devlet kurum ve yetkililerinin tepkileri yine tümüyle Kürtlerin demokratik kazanımlarının nasıl engellenebileceği, Kürtlerin hak ve hukuk mücadelesinin önüne nasıl geçilebileceği perspektifinden verildi ve devletin Kürt düşmanlığının aslında Kürt kazanımlarından çok Türkiye’nin genel demokratikleşme sürecinin önündeki tek ve büyük engel olduğunu gösterdi.
İki hafta kadar önce Anayasa Mahkemesi ‘Barış için Akademisyenler İnisiyatifi’nin yayımladığı ‘Bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı metne imza atan 10 akademisyenin, terör örgütü propagandası yapma suçundan cezalandırıldıkları gerekçesiyle yaptıkları bireysel başvuruda hak ihlali kararı verdi, ihlalin ortadan kaldırılması ve yeniden yargılama yapılması için karar örneğinin yerel mahkemelere gönderilmesine, başvuruculara 9 bin lira tazminat ödenmesine de hükmetti. Bu emsal niteliğinde bir karardır.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararının ardından siyasette, medyada ve ‘YÖK üniversiteleri’nde (Özellikle böyle tanımlıyorum üniversiteleri, çünkü iktidarın son birkaç yıl içindeki müdahaleleri sonucunda üniversiteler iyice üniversite olmaktan çıktı, yandaş kurumlara dönüştü) kazan kaynamaya başladı. İktidar yetkilileri kararı önce çekingen ifadelerle eleştirirken, medya gemi azıya aldı ve Anayasa Mahkemesi’ni eleştiren, neredeyse “teröre arka çıkmakla suçlayan” manşetler ve üslupla verdi haberi. Bu arada ‘YÖK üniversiteleri’nde de yerli ve milli öğretim görevlileri Anayasa Mahkemesi kararını tanımadıklarını açıklayan (ki bu kendi başına bir anayasal suçtur) karikatürize bir metni imzaya açıp dayatarak yayımladılar. Tarihi bir çağrışımı olması amacıyla 1071 imza ile yayımlanan bildiriden, sonrasında haberleri olmadan imzalarının konulduğunu söyleyen kimi hocaların imzalarını çekmesi ile 1066 imza kaldı ki, bu yandaş eğitim görevlilerini iyice gülünç duruma düşürdü.
Ama Anayasa Mahkemesi’nin kararının Türkiye siyaseti ve demokratikleşme süreci için ne anlama geldiği esasen sonrasındaki bir polemikte ortaya çıktı.
Sur, Cizre, Nusaybin ve daha birçok Kürt yerleşiminde 2015’te başlayan ve 2016’da süren devlet ablukası ve ardından gelişen çatışmalardaki insan hakkı ihlallerini protesto niteliği taşıyan Barış Akademisyenleri’nin “Bu suça ortak olmayacağız” söyleminin, devlet tarafından terör örgütü propagandası sayılmasındaki etken devletin o dönemdeki savaş konseptini terörle mücadele ve güvenlik politikası olarak sunmuş olması ve suç olduğunu kabul etmeye asla yanaşmayacak olmasıydı.
Peki, Barış Akademisyenleri’nin protesto ettiği bu abluka ve çatışmacı müdahalelerin sorumluluları, bildiride söz konusu edilen devlet eylemlerinin failleri kimlerdi?
Bunu da Selahattin Demirtaş, Edirne’de rehin tutulduğu cezaevinden avukatları aracılığıyla gönderdiği tweet’lerde açıkladı, net olarak ortaya koydu. Kürt il ve ilçelerindeki abluka ve operasyonların, insan hakkı ihlallerinin hepsinin başında sonradan 15 Temmuz darbe girişiminde önemli roller üstlenen FETÖ’cü subaylar vardı.
Şöyle soruyordu Demirtaş Edirne’den: “Bu darbeci askerlerin Meclis’i bombalama ve yüzlerce sivil yurttaşı katletme emirlerini 15 Temmuz’da verdiğine inanıyorsunuz da Sur’da, Cizre’de tek bir sivilin öldürülme emrini vermiş olabileceğine neden inanmıyorsunuz?”
İşte bu noktada İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yine twitter üzerinden açıkladığı görüşleri Anayasa Mahkemesi kararına devletin hangi perspektiften baktığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda yazımın başında ortaya koyduğum saptamam Soylu’nun açıklamalarında kelimesi kelimesine ifadesini buldu. Devletin üst düzey bir yetkilisi, yani İçişleri Bakanı, ülkedeki en yüksek yargı kurumu olan Anayasa Mahkemesi’nin kararına yine “Kürtlere yarar mı, ya yararsa” zihniyetiyle bakıyor ve bunu açıkça söylemekten imtina etmiyordu. Soylu, Demirtaş’ın ablukalar ve operasyonların FETÖ ile bağlantısını ortaya koyduğu tweetleri’ne ‘kurnazlık’ olarak karşı çıkıyor ama bu tarihi olguyu da yadsıyamıyordu. Sadece şöyle diyordu sonunda: “Bu bağlamda AYM’nin malum kararını içimize sindirmemize aklımız, vicdanımız ve yaşadıklarımız mani olmaktadır. Demirtaş gibilere tarihi çarpıtma imkanı sağlamaları da ayrı bir üzüntümüzdür.”
Devlet, böylelikle Bakan Soylu’nun ağzından bir kez daha faydacılığa sığınıyor, Kürtlerin demokrasi mücadelesini engelleme amacını uluslararası ve ulusal hukukun, insan haklarının evrensel kabulünün önüne koyuyordu. “Yeter ki, Kürtlerin kazanımı olmasın, hukuku da çiğneriz, kurumları da” anlayışını bu defa da bu son iki haftanın olaylarına tercüme etmiştir Bakan Soylu.
Ama bu devlet anlayışıyla da işte ne hukuk ne dış politika ne de hatta ekonomi doğru düzgün işler. Türkiye yığılmış sorunlarını bu anlayış yüzünden çözemiyor işte.