Savaşın, öldürmenin insan duygusundaki etkisi nedir? Acıma, merhamet, üzüntü, mutluluk, başarı, tatmin… ya da şehvet? Habil ile Kabil’e dayandırılan ilk cinayetten beri, öldürmenin insan üzerinde değişen muhtemel etkisi hep gizemini korudu. Belki de o yüzden kutsal inançlarda kan dökmek bir ritüel olarak bayrama dönüştürüldü.
Elbette teorik olarak ölümü ve öldürmeyi onaylayan insan yok. Oysa arenalar inşa edip ölüm oyunları düzenleyen Roma imparatorları belli ki öldürmenin insan üzerindeki etkilerini keşfetmişlerdi. Ölümü izlemenin, on binlerce insan üzerinde yarattığı şehvet duygusu ve kendinden geçme hali, aynı zamanda imparatorun kudretiydi. Arenaya ölmek ve öldürmek ikilemi ile sürüklenen kişi ise seyre gelen en az 50 bin insanı terbiye etmek için seçilmiş kurbandı. O şehvetin ve kendinden geçme halinin üzerinde imparatorluklar, iktidarlar yükseltildi.
Arenalardaki ölüm oyunları tarihe karıştı(!) Artık o arenalarda insanlar kültürel etkinlikler eşliğinde kendinden geçiyor. Ama o ölüm arenaları evlerimize taşındı. Bir tuşla yüzbinlerce insanın hayatını alan, ölüm oyunlarını ve savaşları canlı yayınlarda evlerimizde izliyoruz. Irak savaşını canlı izledik. 8 yıldır Suriye’deki savaşa canlı yayınlarla tanık oluyoruz. IŞİD’in kafa kesme görüntülerine hepimiz maruz kaldık. O ölüm arenasından kaçanlara da “mülteci” diyerek, onları yaşam alanlarımızda barındırmıyoruz. İnsanlar o şehveti kitleler halinde, linç seansları eşliğinde yaşıyor
Savaştan bahsederken kendinden geçen devlet adamları var. Savaş manşetleri atarken aynı şehveti yaşayan gazete yöneticilerini, analistleri, yazarları arenalardaki insanlar yerine koyup takım elbiseli halleriyle resmetmek çok zor değil. Çağdaş yasalarda cinayet en büyük suç olarak tarif edilirken, savaş adı altında yürütülen toplu cinayetler reva görülüyor. Arena kültürü insanlık adına bir utanç olarak tarihe gömüldü ama bu kültürün çağdaşları türedi ve her yerdeler.
Üstelik bu şiddet ve savaş şehveti kendine has bir dil yaratıyor, bir lisan icat ediyor. Çünkü bu işin uyuşturan bir etkisi var, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt etme yetisini öldürüyor insanın. Bu dil öldürmeyi kahramanlaştırıyor, zaferler kuruyor üzerinde. Görünürde savaş karşıtıyken kendi yürüttüğü savaşı yüceltiyor. Savaş ve öldürmek için yürüttüğü görüşmeleri “diplomasi” diye pazarlarken, karşısındaki güç bu görüşmeleri yaptığında, “emperyalizmin uşağı, dış güçlerin piyonu” diyerek suçluyor. Başkasının toprağına girmeyi “Barış Koridoru”, “Barış harekatı” diyerek güzelliyor. Bu da ilk cinayetten beri ahlaki çürümenin ve yozlaşmanın temel nedeni haline gelmiş durumda.
Türkiye’de son 10 gündür yükseltilen “savaş çığırtkanlığı” tam da böyle bir ruh halini, böyle bir şehvet ve kendinden geçmeyi gösteriyor bize. Rojava’ya yönelik, “girdik, giriyoruz, başlarına yıkacağız” tehditleri eşliğinde ABD ile yapılan görüşmeler önceki gün itibariyle “anlaşmayla” sonuçlandı. En azından açıklamalar o yönde ve biz halen bu anlaşmanın içeriğini detaylarını tam olarak bilmiyoruz.
Hiç kimse de çıkıp, “yahu niye başkasının toprağına giriyoruz, neden kardeş dediğimiz insanları birincil tehdit olarak bütün dünyaya gösteriyoruz, neden Trump kalkıp ‘bunlar Kürtleri haritadan silecekti ben engel oldum’ sözlerini tasdik eder adımlar atıyoruz” demiyor. Kimse çıkıp şu savaş manşetlerine, ölüm çağrılarına itiraz etmiyor. Bu şehvetin etkisine hepsi kapılmış durumda. Hatta uyuşma o denli büyük ve güçlü ki kimsenin üst üste yapılan zamlara itiraz edecek mecali yok. Zaten o yüzden hayat pahalılığını eleştirenlere karşı yöneticiler çıkıp “bir merminin fiyatı ne kadar biliyor musunuz?” dediğinde herkes sus pus oluyor.
Şimdi hep bir ağızdan başarı hikayesi uyduruyorlar. Başkalarının müdahil olduğu, başkalarının Kürtler adına Türkiye ile masaya oturduğu bir durumda ne Kürtler ne de Türkiye kazançlı çıkar. Üstelik bu şehvet haline o kadar kapılmışlar ki, Kürtlerle oturup bu meseleyi çözebileceklerken meseleyi uluslararası hale getirmeyi ve ABD üzerinden bu sorunu çözmeye çalışmayı bir başarı olarak resmediyorlar yerli ve milli siyaset yürütücüler olarak.
Bu konuda umut veren savaşın, çatışmanın bir süreliğine de olsa ertelenmiş olması, 2013-2015 yılları arasında savaşa karşı barış sürecini geliştiren Öcalan ile yeniden görüşmenin yapılmış olmasıdır. Henüz detaylarını bilmediğimiz bu görüşme Kürtlerin de bu diplomasi masasına dahil edildiği anlamına gelirse, kalıcı bir barıştan bahsedilebilir. Aksine savaş ve tehdit dilinin diplomatik bir siyaset aracı haline geldiği ve sonuç almaya başladığı bir yerde sulh dilinin kalıcılaşması ne mümkündür ne de uzun süreli olabilir.