Avrupa Parlamentosu’na geçtiğimiz ay gelen bir önerge, yaşanan tartışmaların ardından ezici bir çoğunlukla kabul edildi. Bu önerge, komünizmin tıpkı Nazizm gibi 2. Dünya Savaşı süresince işlenen suçlardan sorumlu tutulmasını, hatta Nazizme yol açanın 1939 tarihli Almanya-SSCB Saldırmazlık Paktı olarak kabul edilmesini, komünizmin Nazizm gibi ele alınarak, onun bütün sembollerinin yasaklanmasını ve komünizmin suçlarına karşı bir anma günü belirlenmesini öngörüyordu. Bu önerge, İngiliz İşçi Partisi başta olmak üzere birçok liberal, yeşil ve sosyal-demokrat parti tarafından desteklendi.
Aslında bu mesele yeni bir mesele değil. 2. Dünya Savaşı’nın ardından içerisine girilen Soğuk Savaş döneminde, emperyalist ülkeler, tarihin yeniden icat edilmesi, Holokost’un kendi siyasi çıkarları için kullanışlı bir geçmiş haline gelmesi için bir hayli çaba harcamıştı. Bu operasyonun çıktısı, Komünizmin Kara Kitabı gibi gülünç kurgularla taçlandırılmıştı.
Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu başlıklı kitabında bunun iki nedeni olduğunu söylüyor. Birincisi, tabii ki politik olarak gerileyen sosyalist düşüncenin, tarihsel bir tahrifatla birlikte bir daha tehdit olmayacak bir şekilde şeytanlaştırılması:
“Nazizmin canice niteliğinin tarihsel bilinci, barbarlık yüzyılının çehrelerinden biri olarak –rejimler, hareketler, ideolojiler, sapkınlıklar ve ütopyalar da dahil- topyekûn reddedilen komünizmin canice boyutunu ölçmek için parametre olarak kullanıldı.”
İkinci neden ise, faşizmin kanlı tarihinin, Avrupa burjuva politika tarihiyle olan sıkı ilişkilerinin üzerinin örtülmesi, Avrupa liberalizminin üzerine halel getirilmemesi kaygısı: “[Nazizm] ideolojisi ve şiddeti on dokuzuncu yüzyıldan beri Avrupa’da işlemekte olan birçok eğilimin yoğunlaşmış ifadesiydi: sömürgecilik, ırkçılık ve modern anti-semitizm. Nazizm Batı’nın tarihinin bir evladıydı. On dokuzuncu yüzyılın liberal Avrupa’sı Nazizmin kuluçkası olmuştu.”
Bu meselenin bugün böylesi cüretkâr bir önerge ile yeniden gündeme gelmesinin en önemli nedeni ise, AB ülkelerinde gelişen sağ popülist siyasetin bir gölge düşmana ihtiyaç duyması. İtalya gibi, sosyalist hareketin büyük bir gerileme yaşadığı bir ülkede bile, aşırı sağcı siyaset, kendi anti-demokratik, ırkçı zihniyetini meşrulaştırmak, konsolide etmek için komünizm hayaletine ihtiyaç duyuyor.
Macaristan ve Polonya gibi eski bürokratik işçi devleti olan ülkelere baktığımızda ise, komünizm karşıtlığının, Orban gibi faşist liderler tarafından kurucu bir söylem olarak kullanıldığını görüyoruz. Orban, bütün rakiplerini komünist olmakla suçluyor. Budapeşte’de açılan Terör Müzesi’nde Nazi işbirlikçisi Macar faşistleriyle Macar komünistlerinin tarihleri bir arada sunuluyor. Komünistlerin devletten tam anlamıyla tasfiye edilmediğini, bunu devam ettirmenin milli bir görev olduğunu söylüyor ve kendi otoriter rejimini bu korku ve yıldırma politikası üzerine inşa ediyor. Ülkemizde herkesin terörist ilan edilmesine ne kadar çok benziyor değil mi?
Gerek SSCB’nin gerekse diğer bürokratik işçi devletlerinin komünist veya sosyalist olarak anılması zor. Bu ülkelerin Nazilere karşı mücadele, Çin ve İspanya devrimlerinde ciddi hatalar, hatta hataları aşan eylemler gerçekleştirdikleri de açık. Ancak, Nazi Almanya’sı ile SSCB’yi aynı totaliter torbanın içerisine atmanın bugünkü karşılığı, kapitalist dünyanın insanlığa savaştan, yoksulluktan, ırkçılıktan, otoriter yönetimlerden ve Trump’tan başka bir şey veremediği bir konjonktürde eşitlikçi ve özgürlükçü tahayyüllerin engellenmeye çalışılmasıdır.
Doğumunun 200’üncü yıl dönümünde, Marx’ı bir popüler kültür ikonu olarak trafik lambalarına, şatafatlı anmalara sıkıştırmaya çalışanların, bunun üzerinden çok geçmeden 20. yüzyılın bütün trajedilerinin faturasını ona kesmeye çalışması gerçekten tutarlı. Avrupa ve ABD’nin liberal masallarının halkların zekalarıyla hayal ettiği otoriter liderlerin nutukları altında duyulmaz hale geldiği böyle bir dönemde, Marx da, sosyalizm düşüncesi de insanlık için en esaslı alternatif olarak var olmaya devam ediyor.