Yazının başlığı sadece siyasi bir söylem değil, aynı zamanda toplumların varlığını sürdürmesini sağlayan temel bir felsefedir. Barış, yalnızca çatışma ve savaşın yokluğu demek değildir; gerçek barış, bireylerin ve grupların haklarına saygı duyulduğu, eşit muamele gördüğü ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu bir ortamda yeşerir. Adalet ise bu ortamın en temel yapı taşıdır.
Adaletin olmadığı bir yerde, haksızlıklar ve eşitsizlikler derinleşir. Bu durum, mağduriyet duygusunu körükler ve toplumun farklı kesimleri arasında güveni zedeler. Hukukun keyfi uygulanması, hesap verilebilirliğin olmaması bireylerin devlete ve düzene olan inancını sarsar. Bir kişinin hakkı yenildiğinde, tüm toplumun adalet duygusu yaralanır ve bu yara, zamanla toplumsal huzursuzluğa dönüşür.
Tarih, bize adaletsizliğin uzun vadede kalıcı bir barış getiremeyeceğini defalarca göstermiştir. Baskı, sömürü ve ayrımcılık üzerine kurulu düzenler, görünüşte sakin olsa bile, yüzeyin altında biriken hoşnutsuzlukla doludur. Bu birikim, er ya da geç patlak vererek barışı yıkar ve daha büyük çatışmalara yol açar. Gerçek barış, geçici bir sükûnetten öte, toplumsal vicdanın rahat olduğu, herkesin kendini güvende hissettiği ve geleceğe umutla bakabildiği bir durumu ifade eder. Bu da ancak mağduriyetlerin giderildiği ve yasanın herkese eşit uygulandığı bir adalet sistemiyle mümkündür.
Dolayısıyla, barış arayışında olan her toplum, öncelikle adaleti sağlamayı hedeflemelidir. Bu, sadece mahkeme salonlarında değil, aynı zamanda ekonomide, eğitimde, siyasette ve toplumsal ilişkilerin her alanında eşitlik ve dürüstlüğü tesis etmek demektir. Adalet, toplumun oksijeni gibidir; adaletin nefes alabildiği bir yerde, barış doğal olarak var olur ve sürdürülebilir bir geleceğin kapılarını aralar.
Sonuç olarak, kalıcı ve gerçek bir barış için mücadele etmek, aynı zamanda adalet için mücadele etmek demektir. Adalet, yalnızca haksızlıkları onarmakla kalmaz, aynı zamanda gelecekteki çatışmaları önlemenin de en güçlü güvencesidir. Adalet tecelli etmedikçe, barış sadece bir hayal olarak kalmaya mahkûmdur.
***
Böyle bir barışı düşünebilmek ve oluşturabilmek önyargılardan ve şablonlardan kurtulabilmeyle eşanlamlıdır. Böyle bir duruşta çıkar veya korkulara bağlı olarak olan-biteni çarpıtmamak vazgeçilmez koşuldur.
Olay ve olgulara bize sunulanın ötesinde, araştırarak sorgulayarak eleştirel bir yaklaşımla baktığımızda zihin haritalarımız da buna göre şekillenecek ve bize sorun çözme ve karar alma süreçlerimizde yardımcı olacaktır.
Önyargılarımızı sorgulamaktan kaçınmak, kendimizden kaçmak anlamına gelir… Uzun süren ve pahalıya mal olan bir önyargıyı yıllar sonra reddetmek elbet kolay değildir. Ama asıl anlaşılmaz olanı, yargımızı çürüten ve bizi onu değiştirmeye zorlayan daha sonraki tecrübelere rağmen o yargıda ısrarlı olmamız, gerçeği görmek ve kabul etmek istemeyişimizdir. Bu kabul ve isteği gerçekleştiremediğimiz sürece bireysel ya da toplumsal dünyamızda hayatı güzelleştiremeyeceğiz.
Bilimsellik, doğruları çekinmeden söylemeyi gerektirir. Temel koşul, kalıplar içinde sıkışıp kalmamaktır; yani dogmatik bir tavır içinde olmamak ve gerektiğinde paradigma değiştirebilmektir.
Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, paradigma değiştirmenin gereğini vurgulayan Einstein; “Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz” der.
Zihin haritamızdaki olumsuz imajları olumluya, kökleşmiş saplantıları anlayışa, düşmanlıkları dostluğa çevirecek bir akla ve hamleye ihtiyaç var.