Kürt halkının yüreği büyük, sabrı derindir. On yıllardır baskıya, yok sayılmaya, sürgünlere ve katliamlara rağmen umut etmesini bildi. Ama artık şu gerçeği açıkça söylemenin zamanıdır: Umudu da yoran, sabrı da çürüten bir hâl almamalı bu “bekleyiş”. Eğer böyle olursa artık umut değil, beklenti konuşur. Ve bu beklenti, halkı kendi iradesinden uzaklaştırır.
Bugün sokakta, evde, okulda, cezaevinde, ovada bir soru dolaşıyor: “Devlet adım atacak mı?” Bu soru masum görünse de eğer arkasında örgütlü bir halk iradesi yoksa, o sorudan sadece sessizlik çıkar. Devlet, hiçbir zaman kendi isteğiyle adım atmadı. Atmaz da. Hele ki Kürt meselesi gibi, varlığına dair bir meselede… Türk devleti ancak ve ancak zorlandığında, mecbur bırakıldığında, halkın iradesiyle karşılaştığında adım atar. O yüzden bekleyerek değil, zorlayarak barış olur.
Ama şimdi “Yakında çözülür”, “Devlet değişiyor”, “Bu sefer farklı” diyen bir ruh hâli, mücadele alanlarını boşaltıyor. Sanki özgürlük bir kararnameyle gelecekmiş gibi. Sanki yıllardır bu halkı yok sayan o devlet, bir sabah kalkıp adalet dağıtacakmış gibi. Bu kandırıcı iyimserlik, halkı mücadeleden uzaklaştıran en büyük tuzaktır. Çünkü beklentiyle geçen her gün, örgütlü bir hamlenin eksilmesidir. Beklenti büyüdükçe, mücadele küçülür.
Oysa bu halk ne zaman kazandıysa, devlet istediği için değil, kendi yürüdüğü için kazandı. Ne zaman masaya oturulduysa, dağda direniş, sokakta yürüyüş, hapishanelerde eylem, meydanlarda kadınlar ve gençler vardı. Şimdi ise masa konuşuluyor, ama halk susuyor. Gelişmeler izleniyor, ama halk örgütlenmiyor. Bu izleyiş ve eylemsiz bekleyiş bozulmazsa sonuç yine aynı olur: Yine yeni bir hayal kırıklığı.
Türk devletine atılması gereken adımları hatırlatmak ve bu yönde çağrıda bulunmak elbette önemlidir; ancak bu, yalnız başına kurulan sözlerle sınırlı kalırsa anlamını yitirir. Devleti izlemekle yetinen değil, onu harekete geçmeye zorlayan bir irade gereklidir. Sıklıkla siyasilerin kurduğu ve devletten adım bekleyen her cümle, aslında halkın iradesini edilgenleştiren bir söylemdir. Oysa bekleyen değil, yürüyen değiştirir. Sosyalistlerin, yazarların, sanatçıların, gençlerin ve kadınların görevi, susmak ya da sadece izlemek değil; bilinçle, örgütlenerek, ısrarla ve kararlılıkla devleti zorlamaktır. Bu zorlama, sözle, eylemle, yazıyla, şarkıyla, sokakta ve direnişle hayat bulur.
Beklemekle geçen zaman, mücadeleden çalınan zamandır. Bu yüzden beklenti yaratan her açıklama, aslında halkın öz gücüne vurulan bir darbedir.
Yanıltıcı beklentiler, insanın direncini kırar. Rehavet üretir. “Zaten olacak” düşüncesi, “ben ne yapabilirim ki?” cümlesine dönüşür. Oysa tarih boyunca hiçbir kazanım kendiliğinden gelmedi. Ne özgürlük ne barış ne de eşitlik… Hepsi örgütlü emeğin, bedel ödemeye hazır yüreklerin ürünüydü.
Beklemek, zamanla kendine alışmaktır. Ve bir halk kendine alıştığında, zincirlerini de “normal” saymaya başlar. Bugün en büyük risk budur. Barış sözüyle birlikte örgütsüzlüğün büyümesi, umut kelimesiyle birlikte mücadele iradesinin küçülmesidir. Oysa barış, hazır olunduğunda değil; hazırlanıldığında gelir. Ve bu hazırlık, bekleyerek değil; yürüyerek yapılır.
Bu halkın önderliği bellidir, iradesi sağlamdır. Ama o iradenin etrafında örgütlü mücadele olmazsa, yalnız bırakılır. Bu yüzden herkesin görevi sadece iradesine sahip çıkmak değil, onu büyütüp elini güçlendirmektir de. Bu da beklemekle değil, bilinçle; susarak değil, sorumluluk alarak mümkün olur.
Unutulmamalı ki devletten adım beklendikçe yürüme ve inşa sorumlulukları zaafa uğrar ve zamanla unutulur. Bu yüzden Beklemeyelim zorlayalım, mücadele edelim. Çünkü özgürlük, sessizlikle değil; örgütlü cesaretle kazanılır. Masayı hareket ettirecek olan, halkın örgütlenmesidir. Çünkü hiçbir zincir, sessizce ve bekleyerek kırılmaz.