Şair ve yazar Mehmet Said Aydın ile yeni şiir kitabı hakkında konuştuk:
En yakın arkadaşlarımdan biri iki seneyi aşkındır Elazığ’da mahpus. Kitabın iki ithafından biri ona, görülecektir. Cezaevinde onun okuduğu romanlar dışarı çıkınca benim elime ulaştı eşi üstünden. Orada, uzun uzun altını çizdiği yerlere baktım, anlamaya çalıştım
Ahmet Güneş
Şiir bir ayna ise, karşısındaki herkestir. Elbette çok eskilere gitmek, sonra oralardan dönmek de şiirin cilvesidir. Belki de denildiği gibi şiir herkesindir ve herkes içindir. Günümüzde ise başka bir zamana havale edilmiş, başka bir çağa ötelenmiş görünüyor. Öyle olsa da olmasa da şiir yazanlar var bu havada, kitap çıkaranlar da var.
Geçtiğimiz günlerde şair Mehmet Said Aydın’ın yeni şiir kitabı ‘altını ben çizdim’ okurla buluştu. Everest Yayınları tarafından yayınlanan kitap, Aydın’ın yıllar sonra yayınlanan yeni şiir kitabı. Biz de kendisiyle hem kitabını hem de şiirin ahvalini konuştuk.
- Öncelikle yeni şiir kitabınızı tebrik ediyorum. Kitabın ismiyle başlayalım. Neden ‘altını ben çizdim’?
Çok teşekkür ederim nezaketiniz için.
Bu sorunun bir “resmî” bir de “resmî olmayan” birer yanıtı var. Biri ötekini dıştalamıyor, dahası birbirleriyle ilişkileri de var ama sadece birini söylemek eksik kalır. Sorunun kamusal yanıtı aslında tahmin edilebilir; kurgu dışı yazılarda, özellikle de makalelerde ve akademik metinlerde karşımıza çıkan bir tabir “altını ben çizdim”. Hatta, bence kısaltması daha güzeldir, “abç” şeklinde. Yazar, alıntı yaptığı metne dokunmuşsa, söz gelimi bir kelimenin yahut bir cümlenin daha önemli olduğunu vurgulamayı arzu ediyorsa ya altını çizer ya tırnak işaretiyle işaret eder ya da italik hale getirir. Alıntının haysiyeti gereği böyle yapılmak gerekir zaten. Dosyanın bitişine doğru okuduğum bir metinde (Orhan Koçak’ın K24’teki bir yazısıydı) tekrar rastladım “abç” ifadesine ve zihnimin bir kenarına yazdım. Bu kamusal yanıt. Bir de öteki yanıt var: En yakın arkadaşlarımdan biri iki seneyi aşkındır Elazığ’da mahpus. Kitabın iki ithafından biri ona, görülecektir. Cezaevinde onun okuduğu romanlar dışarı çıkınca benim elime ulaştı eşi üstünden. Orada, uzun uzun altını çizdiği yerlere baktım, anlamaya çalıştım. O romanları okurken neler hissetmiş olabileceğine, o altını çizdiği yeri neden önemsediğine, dışarıda olsa acaba nerenin altını çizeceğine… Dolayısıyla bu iki sebep birbirini rahatsız etmeden nehrin iki kolu olarak aktılar ve dosyaya isim oldular.
- Kitapta 10 yıllık şiirler yer alıyor. Neden 10 yıl beklemek gerekti?
Bunu birkaç defa konuştum, burada da hızlıca söyleyeyim, ‘Lokman Kasidesi’ tek ve uzun bir şiirdi. Dolayısıyla ikinci kitabım olan ‘Sokağın Zoru’ndan sonra yazdığım şiirler o kitabın dışında kalmıştı. Lokman’dan sonra yazdıklarımla beraber 10 yıllık şiirler oldu bunlar. Bir yandan dönüp bakınca pek havsalam almıyor; imzam dergilerde görülmeye başlayalı 25 yıl olmuş. Bir gün, bugünden dönüp düne baktığımda yazarak geçirdiğim bir 25 yıl olacağını farz edemezdim asla – bozuk bir cümle oldu ama bozuk haliyle güzel oldu. ‘abç’den sonraki söyleşilerde fark ettim ki, dilime ihtiyarlık, 25 yıl, vaktin geçmesi, büyümek gibi şeyler çok kolay geliyor. “Dile kolay” denir malum, bazen dile kolay oluyor. Zaman geçiyor, insan büyüyor, gözleri bozuluyor, saçı sakalı beyazlıyor, hastalıklar peyda oluyor, sonra bir bakmışsın, aynanın karşısındaki bu çehre gerçekten senin mi, diye sormaya başlamışsın.
- Kitapta ‘deneysel şiirler’ yer alırken, şiirin ‘dışına’ çıkan metinler de var.
İlk kitabımdan, ‘Kusurlu Bahçe’den bu yana denediğim kimi şeylerin daha billurlaştığı bir dosya oldu bu doğrusu. “Deneysel” ve “şiirin dışı” derken neden vurgulu söylediğinizi sezebiliyorum. Yazar-eleştirmen Derviş Aydın Akkoç, bu dosya için “iki buçuk kitap” teşhisi yapmıştı. Haklı. Çünkü az önce bahsettiğim, şu an Elazığ’da olan arkadaşımın havalimanında başlayan ve bugüne kadar süren karmaşık, yorucu, kaygı verici süreci benim hayat ritmimi birebir etkiledi. Ondan önce yazdığım şiirlerle ondan sonra yazdığım şiirlerin arasında koca bir hayat kesintisi var. Hem fiziksel hem duygusal kesinti. Bazen bir olay, hayatla olan ilişkimizi çok temelden sarsabilir. Şiirin dışında olduğunu bildiğim ve bile isteye kitabın sonuna koyduğum “Turuncu Rhodia” kısmı aslında doğrudan o arkadaşımla konuşan kısım. Mardin kalesine “kartal yuvası” da denir. O deftere ilk başladığım yer, o kartal yuvasının eteğinde, Emniyet’e çok yakın bir otel odasıydı. Uzunca yazdım, küçük bir kısmını bu kitaba aldım. Bu meyanda sorunuza dönersem, yazarken denemekten üşenmemeli diye düşünüyorum. Şiirin buna tahammülü var çünkü.
- Her dönem tartışılan bir konu var, şiir okunmuyor diye. Şiirin içindesiniz, sizce de öyle mi?
Şiir okunmuyor değil de, günümüzde yaşayan şairlerin şiir kitapları basılmıyor, satılmıyor, raflarda hakkıyla yer bulamıyor demek lazım. Bu çok kadim bir tartışma malum, geçtiğimiz yüz yılın başından bu yana defalarca konuşulmuş gazetelerde, dergilerde. Hep aynı örneği veriyorum, bir kere daha vereceğim müsaadenizle. Turgut Uyar’ın toplu şiirlerini, ‘Büyük Saat’i Can Yayınları basar ilkin. Uyar hayattayken Kadıköy tarafında bir imza yapar, zannediyorum 9 kişi gider imzaya. Mart 2025 itibariyle ‘Büyük Saat’in YKY edisyonu 44. baskısını yapmış durumda. Biz, büyük coğrafyayı düşünürsek, Çin û Maçin’den, Hindistan’dan bu tarafa Bağdat’tan, Diyarbakır’dan ta Üsküdar’a kadarki büyük sahada şiirle düşünen, şiirle düşünmek üzere büyüyen insanlarız. Dinî metinlerimiz, klasik dönem tıp metinleri, seyahatnameler dahil olmak üzere şiirle anlatmışız. Ehmedê Xanî kurucu büyük bir şair olmasının yanı sıra iyi de bir öğretmendir. Anıt kitaplarından ‘Nûbihara Biçukan’ medreselerde Kürtçe öğretmek üzere kaleme alınmış manzum bir eserdir; yani manzum bir Arapça-Kürtçe sözlüktür. Böyle düşününce, bütün bu coğrafyanın şiirle kurduğu ilişkinin bir tür toplumsal bilinçdışı ilişkisi olduğunu iddia etmek çok aşırı sayılmaz. Okunuyor okunmuyor tartışması bir kenara, bu bir varoluş meselesi gibi geliyor. Öte yandan diyalektiğin kıymetini bildiğimi farz ediyorum; hiçbir şey sonsuz kutsal değildir, günü gelir “büyük insanlığın” şiirle işi biter. O zaman oturur başka şey konuşur, başka yol düşünürüz.
- M. Said Aydın şiir ve genel anlamda edebiyatta nelerden besleniyor?
Ben kendine laboratuvar nesnesi gibi bakabilen, kendi hakkında soğukkanlı konuşabilen biri sayılmam. Bunu yapabileni hatta kendinden üçüncü şahıs gibi söz edebilenleri de hayretle karışık bir takdirle izliyorum. Düşünüşümü sorunuza doğru daraltınca aklıma kitaplık geliyor. Kitaplığımı hayal edince de önünde en çok vakit geçirdiğim rafları düşünüyorum. Dil konusunda itikadım Saussure’cülüğe doğrudur – yapısalcılık sonrası heyecan verici metinler okudum ama kurucu babanın metinleri her zaman en çok etkileyen metinler oldu. Dilin içinden düşünürüz; bilebildiğim dillerin sözlüklerine çok meraklıyım. “Sıkılınca film açmak” denir ya, ben de sıkılınca sözlük açıyorum. Yanı sıra “kurgu dışı” diye tasnif edilen kitapların rafında çok vakit geçiriyorum. Günlükler, mektuplar, otobiyografiler, biyografiler, hatıralar, seyahatnameler… Şu günlerde mesela Tahir Alangu-Behçet Necatigil mektuplarıyla beraber Çaylak Mehmed Tevfik’in ‘İstanbul’da Bir Sene’sini beraber okuyorum. Öte yandan Kürtçe telif metinlerle klasik metinleri ihmal etmemeye çalışıyorum ve kuşakdaşlarım başta olmak üzere yeni yazılan şiiri takip etmeye gayret ediyorum.
- ‘ABÇ’nin, ilk kitabınız ‘Kusurlu Bahçe’ye daha yakın olduğunu söylüyorsunuz röportajınızda. Başka bir söyleşinizde de ikinci kitabınız ‘Sokağın Zoru’nun erken bir kitap olduğunu söylemiştiniz. Bu kitap bir geri dönüş mü yoksa düzeltme çabası mı?
‘Sokağın Zoru’ (‘SZ’) erken ve telaşlı bir kitaptı. İlk kitabın, ‘Kusurlu Bahçe’nin (‘KB’) yazılması uzun yıllara dayanıyordu ve deyim yerindeyse dosya “demlenmişti”. Azalta azalta o toplama ulaşmıştım – 2011’den geriye 10 yılı kapsıyordu o da aslında. Fakat ‘SZ’nin çıktığı zamanlar Gezi olmuştu, ben İstanbul’da, parka çok yakın bir yerde yaşıyordum, hemen üstüne de BirGün’de köşe yazmaya başlamıştım. Ne oldu nasıl olduysa ben o telaş içinde yazdığım şiirlerin kitap olması gerektiğine kendimi ikna ettim. Bence onun da içinde yeni sayılır şeyler vardır, ‘KB’ ile ‘SZ’ arasında “ilerleme” diyebileceğim denemeler de mevcuttur ama bütün bunlar onun erken ve telaşlı bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Böyle bakınca ‘ABÇ’, şiirsel ideoloji bağlamında daha ferah kararların, denemelerin daha tutarlı, başının sonunun daha okunaklı olduğu bir kitap şeklinde tecessüm etti. ‘Lokman’ı hepsinin dışında tutuyorum çünkü o tek uzun bir şiir olarak zaten ayrı bir yerde konumlandı. Zihnimde de bir kitap olmaktan ziyade, bir “yaşama gayreti” kitabı olarak duruyor. Şehir savaşlarının ardından yazmak zorunda olduğum, sağalma ihtimali olarak gördüğüm kitaptı ‘Lokman Kasidesi’. Gerçek adıyla söylersem ‘Lokman Mersiyesi’. Çünkü yüceltme kitabı olduğu kadar yas kitabıdır. Halen bazı kitaplarımı o iki dizeyle imzalıyorum: “dert varsa derman/ ip varsa lokman yoktur”.
- Bir taraftan senaryo yazıyorsunuz, diğer taraftan şiir. Yan yanalıkları nasıl gidiyor?
İkisi de kelimelerle yapılıyor ama çok da yan yana iki şey sayılmazlar. Senaryoda meslek erbabı olmak bağlamında halen yürünecek yolum olduğunu düşünüyorum. O taraf büyük bir endüstriye metin ürettiğiniz ve zaman hududuyla mecburen çok fazla ilgilendiğiniz bir taraf. Şiirin vâdettiği ve şairine sunduğu imkânların genişliğini ve yer yer serkeşliğini düşününce, muhtemel kıyaslama da elimizden düşüyor. Anaakıma senaryo yazmanın şiirime bir etkisi olup olmadığını ölçemiyorum şu an, ama cesaretlenmek bağlamında yazıya bakışımı değiştirmiş olabilir.
- Bundan sonra ne tür bir metinle uğraşacaksınız, ne gibi bir fikir var aklınızda? Şairlerin başka türlerde eser verdiğini de görüyoruz…
Tam da o bahsettiğim cesaretin içinde bu var. Plastiğin değişmesinden her zaman ürküyordum, şiir neyime yetmiyor ki diye düşünüyordum. Evet, şiir neyime yetmiyor doğru – fakat başka bir plastiğin de mümkün olduğunu gördüm. O mümkünün içinde başka tür deneyeceğim, şimdilik defterlerde deniyorum ama esas, 45. yaşımın kitabı gibi kurguladığım (bu da üç sene kaldı demek oluyor) uzun bir şiir kitabı var. Türkçenin ve Kürtçenin çok kuvvetli destan geleneği var hem sözlü kültürde hem yazılı eserlerde. Bunların bir kısmını kulağımla hatırlıyorum bir kısmını ise gözümle. Niyetim ve gayretim hem kulağın hem gözün hatırlayabileceği bir şey yazmak. Muradım, metnin sınırlarının da hacminin de cüretkâr olduğu, uzayabildiği kadar uzadığı bir sonuca erişmek – portreler, büyük siyasal dönüşümler, eski ve yeni sınırlar… Şiirin içinde kalan ama bambaşka türleri de çağıran bir metin tasarlıyorum. Eğer becerebilirsem bir tür meta-kitap versiyonunu da neşretmek istiyorum; el yazılarının, çizimlerin, bestelerin olduğu bir meta-kitap hali. Yerleşik eğilimlere, kâğıt krizine, şiirin mevcut dolaşımına karşı bir jest olacak, olabilirse.
- Çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim ve gazetemiz ‘Yeni Yaşam’ın okurlarına hürmetlerimi sunarım.