Bugün dünya çapında sosyalizmi yeniden düşünme ihtiyacı her zamankinden daha fazladır. Kapitalizmin dünyayı sürüklediği çıkmaz, yalnızca ekonomik ilişkilerin değil, uygarlığın temel mantığının dönüşmesini zorunlu kılmaktadır
Derya Aslan
Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) 8-9 Kasım’da düzenlediği Sosyalizm Yeniden Konferansı’ndan sonra 6-7 Aralık’ta DEM Parti’nin İstanbul’da organize ettiği Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nda Önder Abdullah Öcalan’ın sosyalizme ilişkin sözleri çok tartışıldı, tartışılmaya da devam ediliyor. “Sosyalizmi yeniden kazanma” adına, tarihsel derinlik kapsamında sorumluluk alıp, eleştirisini ve özeleştirisini yaparak, sosyalizme can simidi olma çabası herkesçe görülmelidir. Dünyanın dört bir yanından gelen düşünce insanları, özellikle Marksist gelenek ve teoriye dayanan düşünürler, bu hakkı teslim etmiş ve dünyanın karanlığına bir ışık olarak görülmüştür. Türkiye’deki sol-sosyalist hareketler, akademisyenler ve düşünürler de elbette Önder Abdullah Öcalan’ın Demokratik Modernite Paradigmasından süzülen, günümüzde vücut bulan Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nda ve konferansa sunduğu metinde sosyalizme dair sorunu ele alış tarzı, tespitleri, tanımlamaları ve çözüm önerilerini konuşup, tartışacaktır; eleştirileri de önerileri olacaktır, olmalıdır da. Zaten sosyalist olmanın gereği de budur.
Dünya sistemi derin bir çözülme içinde. Kimileri buna çöküş, kimileri iflas, kimileri de son olarak görür. Hangi ideolojik, politik ve düşünce penceresinden bakılırsa bakılsın, sistemin içine düştüğü durum herkesin malumu ve kabulüdür. Bunun nedenleri bir çırpıda sayılıyor; savaşlar, ekonomik krizler, enerji hattı çatışmaları, siyasal bunalımlar, otoriter yönetimler, kültürel çürümeler, ekolojik yıkımlar, cins kırımları, toplumsal kutuplaşma ve yozlaşmalar… Tarihin hiçbir anında bu kadar toplumsal yarılma ve kaotik derinlik yaşanmamıştı. Eskiler çok kullanırdı, belki de günümüzü en iyi anlatacak söz, “dünyanın çivisi çıkmış” sözüdür. Bu bozumun birikim silsilesini an’da hapsedip, ele alırsak, bu bozuma bir tuğla da biz eklemiş oluruz. Önder Abdullah Öcalan’ın, henüz İmralı kayalıklarına bağlanmadan önce çokça söylediği “Tarih günümüzde gizli ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz” sözü, dünya sistemini en iyi okumanın ve çözmenin metodu olabilir.
Verili tablo, dünyanın canına okunduğunu göstermeye yeter de artar da. Küresel düzen(in)sizliğinin dayandığı nokta çıkmaz sokaktır, nitekim yaptıkları tüm müdahale ve hamlelerde de sonuç alamamakta, var olan krizi daha da derinleştirmekten öteye gidememektedir. Bu tıkanıklığa karşı arayış çağın çağrısıdır. Buna kulak tıkamak, duymazdan, görmezden gelmek, kendine sosyalist diyen veya bu yolda yürüyenler için vebali ağırdır. 19 ve 20. yüzyıl dünyasında bir kurtuluş umudu olarak dalga dalga yayılan özgürlük ışığına ihtiyaç var. İşte Önder Abdullah Öcalan, tam da bu çıkmazda sorumluluk üstlenerek, insanlığa, toplumsallığa yol göstermektedir. Ve bunu kaynağını aldığı bu kadim toprakların özüne ine ine yapmaktadır.
Son çağrıları da salt Türkiye ve Kürt meselesi kapsamında değildir, küresel anlamda sol ve sosyalistlerin içinde bulunduğu ideolojik, politik ve örgütsel tıkanmayı aşma çabasıdır. Çağın sorunlarına çözüm ararken, tarihin derinliklerinden beslenmektedir. Kapitalizmi ele alması, değerlendirmesi de tarihseldir. Kapitalizmi, indirgemeci, düz çizgisel bir yöntemle son 400-500 yıla sıkıştırmamakta; köklerini daha tarihsel derinliklerde aramaktadır. Aynı zamanda kapitalizmi yalnızca modern çağın bir ekonomik örgütlenmesi olarak değil -ki ekonomi karşıtı olarak tanımlamakta-, 10-12 bin yıllık hiyerarşik, sınıflı, iktidarcı ve devletçi merkezi uygarlığın bugüne uzanan bir devamı olarak görmektedir. Bu teori, tarihsel, toplumsal, kültürel, antropolojik ve ekolojik birçok bulguyla oldukça uyumlu görünüyor. Önder Abdullah Öcalan’ın vurguladığı “kadın merkezli komünal toplumdan hiyerarşik erkek egemen uygarlığa geçiş” tezi, bugün dünya çapında birçok eleştirel toplum bilimci tarafından tartışılmakta, çerçevesi ve yol haritası olmaktadır.
Önder Abdullah Öcalan’ın, sosyalizm eleştirisi de bu tarihsel mirastan gelmektedir. Özellikle reel sosyalizmin yarattığı tabloda da Marks’ı ayrı Marksizmi ayrı ele almaktadır. Hiçbir değerlendirmesinde Marks’ı reddetmemekte, tam aksine çağının en anlamlı çıkışlarına öncülük ettiğini teslim etmektedir. Bugün açığa çıkan tarihi bulgularla, 19. ve 20. yüzyıldaki ideolojik ve politik aklın öncülerini yargılamamaktadır; bunun basitliğine de kaçmamaktadır. Marks’ın tarihsel önemini teslim etmekle birlikte, devlet ve ulus-devlet sorununu yeterince çözümlememiş olmasının 20. yüzyıl sosyalizmleri açısından büyük bedellere yol açtığını savunmaktadır. Reel sosyalizmin çöküşünü yalnızca dış baskılarla açıklamak yerine, stratejik bir yanlış olarak “devleti ele geçirme hedefinin” yarattığı sonuçlara işaret etmektedir. Çünkü devletin mantığı, toplumsal devrimi kaçınılmaz olarak bürokratikleştiren bir yapıya sahip.
Tam da bu nedenle Önder Abdullah Öcalan’ın “demokratik toplum sosyalizmi” kavramı, sosyalizmi yeniden düşünme ihtiyacı duyan geniş kesimler tarafından kabul görülmekte ve yoğun bir tartışma içerisine koymaktadır. Kadın özgürlüğü, ekolojik hassasiyet, yerel demokrasi ve toplum temelli örgütlenme, O’nun modelinde yalnızca yan unsurlar değil, bizzat sosyalist inşanın özüdür. Şiddet ve iktidar üzerinden bir devrim yerine, demokratik ilişkilerin toplumsal dokuda kurumsallaşmasıyla gerçekleşen uzun erimli bir dönüşüm önerilmektedir. Bu, Lenin’in “Gelişmiş bir demokrasi olmadan sosyalizm kurulamaz” sözünü bugünün koşullarına tercüme eden bir yaklaşım.
Bu çerçevede barış da hukuk da yeni bir içerik kazanmaktadır. Önder Abdullah Öcalan’ın tanımladığı demokratik entegrasyon hukuku, devlet-toplum ilişkisinin yeniden düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Hukuku bir baskı mekanizması olarak değil, toplumun kendini korumasının ve özgürlüğünü kurumsallaştırmasının garantisi olarak ele alması, modern hukuk tartışmalarına da yeni bir perspektif sunmaktadır. Bireysel özgürlüklerin kolektif haklarla birlikte düşünülmesi, günümüzün kimlik çatışmalarının yoğun yaşandığı bölgeler için son derece anlamlı.
Önder Abdullah Öcalan, devleti “toplum üstü tanrısal bir güç” olarak değil, toplumsal sözleşme çerçevesinde sınırlı bir işlevle tanımlaması, günümüz demokrasi tartışmalarının tam merkezine temas etmektedir. Bu yönüyle yalnızca bölgesel bir çözüm önerisi değil, küresel solun yeniden şekillenmesi için de dikkate değer bir teorik yönelimdir. “Demokratik toplum sosyalizmi” adını verdiği model, sosyalizmi devlet ekseninden toplum eksenine taşımaktadır. Kadın özgürlüğü, ekolojik yaşam, yerinden yönetim, halk meclisleri ve doğrudan demokrasi, kendiliğinden teoriler değil, sosyalist dönüşümün ana eksenidir.
Bu model, devleti yok saymaz ama onu küçültür. Toplumu yok sayan devlet yerine, devlet üzerinde söz sahibi olan toplumu esas almaktadır. Devletin aidiyetinde olan toplumdan; toplum eksenli, demokratik normla düzenlenmiş devlete sert bir dönüşüm olduğu kadar, toplumsal rızaya dayalı bir yönetimi de zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle hizmet zorunluluğu da toplumdan devlete geçmektedir.
Yine geçiş süreçlerinin en hayati boyutu ise kadın sorunu ve özgürlük alanlarıdır. Kadın özgürlüğünü merkeze almayan hiçbir demokratik dönüşüm veya sosyalist program sürdürülebilir değildir. Çünkü kadın özgürlüğü, hiyerarşiye ve tahakküme karşı verilen en köklü tarihsel mücadeledir; aynı zamanda demokratik sosyalist toplum inşasında sorumluluk sahibi ve öncü pozisyondadır.
Bugün dünya çapında sosyalizmi yeniden düşünme ihtiyacı her zamankinden daha fazladır. Kapitalizmin dünyayı sürüklediği çıkmaz, yalnızca ekonomik ilişkilerin değil, uygarlığın temel mantığının dönüşmesini zorunlu kılmaktadır. Önder Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nda, toplumu ana merkeze alan özgürlüklere dayalı demokratik sosyalizmin mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
Kısacası bugün sorulması gereken soru şudur: Sosyalizm devleti güçlendirerek mi, yoksa toplumu özgürleştirerek mi kurulacaktır? Önder Abdullah Öcalan’ın yanıtı çok açık: “Devletçi sosyalizm, devlet tarafından yenilgiye uğramaya mahkûmdur.” Çünkü devlet, hiyerarşi ve erkek egemenliği üzerine kuruludur; bu yapıdan devrim çıkmaz, ancak yeniden tahakküm çıkar. Bu da mütemadiyen süre gelmiş bir tekrarın ta kendisidir. Demokratikleşmeyen hiçbir toplum sosyalizmi kuramaz. Reel sosyalizmin bağrından çıkan proleter ulus devleti bunun somut göstergesidir. Bu nedenle bugünün dünyasında, demokratik toplum sosyalizmi iddiası her zamankinden daha fazla ciddiye alınmayı hak etmektedir. Demokrasi ve sosyalizmin simbiyotik ilişkisi halkların umudu ve kurtuluşudur.








