Uzun süre boyunca sistem altında şekillenmenin yarattığı sonuçlar var. Artık düşmanın duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür, düşmanın anladığı biçimde anlarsın. Aslında kişiliğin, duyguların tam da düşmanın istediği biçimde şekillenir. Böyle bir yerde duygusal zekâ, çok daha büyük önem taşır
Ali Haydar Kaytan
Deha, zekâyla bağlantılı, deha zekâ düzeyi, zekâ kapasitesiyle ilgili bir adlandırmadır. Ama “deha” denildiğinde akla ilk gelen, zekânın analitik boyutudur. Fakat bizim gerçekliğimizde, Apocu gerçeklikte duygu dehası ön plandadır. Dehanın duygu boyutu ön plandadır. Zaten bu duygulardaki deha olmadan gerçekliğe ulaşabilmek, gerçekliği tanıyabilmek aslında çok daha zordur.
Kürt gerçekliğine de bakılabilir. Kürt gerçekliği nasıl bir gerçeklik? Önderlik bunları savunmalarda çok çarpıcı bir biçimde işliyor. En çok kendini kandıran toplum. En çok kendini kandıran insan tipinin yaşadığı, yabancılaşmanın, kendini kandırmanın en çok derinleştiği, kendi gerçekliğinden kaçışın en çok yaşandığı zemin. Bunun düşmanla, düşmanın uyguladığı politikalarla, korkunç baskı ve zorbalık sistemiyle doğrudan bağı var. Kaçırtmanın bütün özellikleri, silahları var. Her yerde, her şey sana kaçışı dayatıyor. Nereden kaçıyorsun? Kendinden, kimliğinden, tarihinden, özgürlükten, yaşamdan kaçıyorsun. Ama gittiğin yerde de düşmanın sana bıraktığı seçenek yoktur. “Ya ölüm ya kaçış” seçeneğinden başka bir şey yoktur. Yaşam için kendi gerçekliğinden kaçıyor, başka gerçekliğe sığınıyor.
Uzun süre boyunca sistem altında şekillenmenin yarattığı sonuçlar var. Artık düşmanın duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür, düşmanın anladığı biçimde anlarsın. Aslında kişiliğin, duyguların tam da düşmanın istediği biçimde şekillenir. Böyle bir yerde duygusal zekâ, çok daha büyük önem taşır. Hepimiz yaşamımızda şunu görmüşüzdür. Duygularımızın çarpıklığı ve tersinden duygularda düzeltmenin kaçınılmaz sonuçları var.
Kendi açımdan, duygusal zekâdaki çarpıklaşmayla bağlantısı açısından ele alıyorum. Buna bir örnek verebilirim. Ben lise iki sıralarından itibaren, hep babama şunu dayatırdım. “Biz bu dağda ne geziyoruz.” Bizim mıntıkaya bakardım, “bu insanlar burada ne geziyor, burada yaşanır mı?” Bizim köyün adını değiştirmişlerdi. “Karagöl” yapmışlardı. Aslında yanlış bir isim bulmuşlar buraya “Kargölü dense daha iyi olur” diyordum. Yedi-sekiz metre kar yağıyordu. Böyle acayip bir yerdesin.
Kar yağışına ilişkin böyle efsane türünde şeyler de anlatırlardı. Bizim köy eski Ermeni köyüdür. Ermeniler oradan nasıl kaçmışlar, o da karla bağlantılıydı. Fazla üsteleyemezdim, babam sustururdu beni, “anlamıyorsun, konuşma” derdi. Ama ben kaçmak istiyordum. Sonra Önderlikle tanıştım.
Önderlik bize ilk neyi anlattı? İnsan ve toprak ilişkisini çok iyi bilince çıkarıyorsun. Toprak olmadan insanın yaşamının ne anlamı var, yaşam havada bir yerde kurulmuyor ki, yurt diye bir kavram var, belli bir toprak üzerinde oluşuyor. Anayurt denilen bir şey var ve ilk oluşumda arkadaşların hepsinde, ilk gelişen en soylu duygulardan biri anayurt duygusudur. Kürdistan benim vatanımdır. Ondan sonra bizim köye giderdim, böyle yeniden bakardım. “Buradan daha güzel yer var mıdır?” derdim. Öyle bana güzel ve her şeyiyle farklı gelirdi. Sonra bakardım, “eskiden de gözüm vardı, eskiden de baktığımda aynı gerçeklikti. Burası değişmedi, değişen şey o zaman benim bakışımdır. Önderlik benim gözümü değiştirdi, bana yeniden göz taktı veya bendeki körlüğü açtırdı. Doğru temelde gerçekliğe bakmasını öğrendim” derdim. Yoksa aynı coğrafya, aynı gerçeklik böyleydi.
Bir ara gazeteye yazı yazıyordum. “Yazılarını kendi adınla yazdığında basmıyorlar, kendine bir soyadı bul” dediler. Ben de bizim köyün adından yola çıktım, Hengırvanlı diye yazdım. Sonra Önderlik derste gülüyordu. “Fuat sen daha Hengırvan’dan çıkmamışsın” diyordu. “Bu Kazım hiç olmazsa Dersimi olmuş.” Bizim Kazım diye bir arkadaş vardı, o da ikinci adını Dersimi yapmıştı. O biraz daha alanı genişletmiş oluyor. Ben içimden diyordum, ‘Başkanım, bana kalsaydı ben Hengırvan’dan çoktan kaçmıştım da sen beni oraya döndürdün.’ Aslında Önderlik bizi gerçekliğe döndürdü, Önderlik bizi pek çok gerçeklikle buluşturdu, yaşamın her unsuruyla buluşturdu.
Cezaevinden gelen bir mektup vardı. Mektupta iki çarpıcı şey var. Birincisi; “ben arayan değilim, aslında arananmışım, bunu sonradan fark ettim, beni arayan ve bulan Önderliktir” diyor. Çok çarpıcıdır. İkincisi; “sevginin Önderlikten bize doğru olduğudur. Aslında sevginin bizden Önderliğe doğru olmadığı, Önderlikten başladığı ve ondan bize doğru geldiği” konusudur. İkisi de son derece doğru olan şeylerdir. Ben de olduğu biçimiyle o belirlemelere katılıyorum.
Önderlik tabii ki, bizi aradı buldu. Bu başlangıç açısından, bizim açımızdan somuttur. Önderlik doğrudan geldi benimle konuştu, bu en azından benim açımdan somuttur. Bu tarzdaki bir somutluğun ötesinde bir şeyden söz edeceğim. Geçen devre burada Helin arkadaş vardı. Türk bir arkadaştır. Diyordu, Önderlik sordu “nerelisin?” İşte anlattım. Ondan sonra, “nasıl geldim seni Kastamonu’da yakaladım, buldum, aldım getirdim, ruhun bile duymadı!” dedi. Bu tabii ki böyledir, hepimizi bu tarzda bulan, bize ulaşan Önderliktir.
Bunu en iyi fark eden Zilan’dır. Zilan’ın mektuplarına bakın, bunu çok çok çarpıcı biçimde görebilirsiniz. Önderlikte bu var, arkadaşlık arayışı var. Arkadaş arıyor, arkadaşlarını çoğaltmak istiyor. Onlarla buluşmaya çalışıyor, onlarla uğraşıyor ve onları büyütmeye çalışıyor. Hepimiz açısından da bu böyle ve bizim açımızdan da gerekli olan, bu gerçekliğe doğru temelde katılmaktır. Kendimize göre davranmak değildir. O noktada ürkütücü olan, kendine göreliktir.