Öcalan’ın düşüncesinde yalnızca bir çatışmasızlık hali değil; anlamın toplumsal düzeyde yeniden mayalanmasıdır. Bu anlam, devletin zihniyetini dönüştürmesini; halkların ise kendiyle yüzleşmesini gerektirir
Amed Dicle
İnsan, anlamla var oldu. Gördüğünü tanımakla yetinmedi; onu konumlandırdı, yönlendirdi, anlamlandırdı. Bu yönelme, onu diğer canlılardan ayıran esas sıçramaydı. Ancak bugün, o kurucu yeti sessizliğe gömülmüş durumda. Çağımızın krizini ne yalnızca ekonomik bunalımda, ne siyasal çalkantılarda aramalıyız. Asıl kriz, anlamın geriye çekilişidir. Bu çekilme; düşüncenin yönünü, vicdanın sesini ve eylemin amacını yitirmesine neden olmuştur.
Anlam, yalnızca bir dilsel kod değil; toplumsal varoluşun temelidir. Anlam yitince, toplumsal hafıza bulanır, ahlaki pusula şaşar, politik sezgi körleşir. Bugün bir fikir çokça dile gelebilir, ancak taşıdığı anlam zayıfsa, o fikir yıkıcı değil, yalnızca geçici olur. Anlam; düşünceyi köklendirir, vicdanı işler kılar, eyleme yön verir.
Ne yazık ki modern çağ, bu üçlü dokuyu parçaladı. Zihniyet, yalnızca teknik bilgiyle sınırlı hale geldi; vicdan, bireysel tercih meselesine indirildi; eylem ise performatif bir gösteriye dönüştü. Böylece birey, artık ne düşündüğünü sorgulayan bir özne değil, sadece kendini ifade eden bir nesne haline geldi. Ve nesneleşmiş birey, anlam kuramaz. Kuramadığı anlamın içinde, yalnızca kaybolur.
Zihniyet, bireyin ve toplumun dünyaya nasıl baktığını belirleyen zihinsel altyapıdır. Bu altyapı, yalnızca bilgiyle değil; değerle, sezgiyle, tarihsel bellekte biriken anlam kalıntılarıyla biçimlenir. Zihniyet, toplumsal eylemin aklını; vicdan ise ruhunu oluşturur. Bir toplumun zihniyeti çökerse, yön kaybeder; vicdanı körelirse, etik duyarlılığı yitirir. Bugün her iki durum da iç içe yaşanmaktadır.
Kapitalist modernite, insan zihniyetini kâr, verimlilik ve başarı gibi teknik ölçütlerle biçimlendirdi. Vicdanı ise özel alana hapsederek işlevsizleştirdi. Böylece kolektif ahlak unutuldu; bireysel konfor öne çıktı. Artık toplumu dönüştürmek için değil, kendimizi korumak için düşünüyoruz. Düşünce, direnişten değil; konformizmin mantığından besleniyor.
Ancak vicdan sadece bireysel bir ses değil; toplumsal hafızanın duygusal aygıtıdır. Zihniyet, vicdandan koparıldığında, “ahlaki-politik toplum” özelliğini yitirir. Oysa Öcalan’a göre toplum; ahlaki ve politik karakter kazandığı oranda anlamlıdır. Ve anlam, hem zihinsel bir yönelme hem de vicdani bir sezgi olarak bu ikisinin buluşmasında ortaya çıkar.
Kapitalist modernite, yalnızca ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda bir anlamsızlık rejimidir. Bu rejim, anlamı faydaya, duyguyu verimliliğe, ilişkileri metaya dönüştürür. Zihni düşünmekten çok hesaplamaya; vicdanı sorgulamaktan çok tahammüle zorlar. Ve eylem artık bir etik sorumluluk değil, bir görünürlük biçimidir.
Bugün anlamsızlık, sadece kişisel bir buhran değil; toplumsal bir hastalık olarak yaşanıyor. Sürekli bir şeylere maruz kalıyoruz ama neredeyse hiçbir şeye müdahil olamıyoruz. Duyuyoruz ama işitmiyoruz. Görüyoruz ama anlamıyoruz. Çünkü anlam artık içsel değil, dışsal bir etkiyle kuruluyor. Ve dışsallık, ruhu değil yalnızca ilgiyi tetikliyor. İlgi ise geçicidir. Anlam ise süreklilik ister.
Bu nedenle Öcalan, modernitenin krizini sadece ekonomik sömürüyle değil, anlamın kurucu gücünün bastırılmasıyla açıklar. Anlamı geri çağırmadan ne zihniyet dönüşebilir, ne de vicdan harekete geçebilir.
İşte tam burada, xwebûn devreye girer. Kendini bilmek. Sıradan bir içe dönüş değil, anlamın bireyde yeniden uyanmasıdır. Xwebûn, bireyin zihniyetini baştan kurma iradesi, vicdanını yeniden işler kılma çabası ve eylemini bu iki temele dayandırma kararlılığıdır.
Öcalan’a göre xwebûn, bireyin içinde bulunduğu zihni ve vicdani dağınıklığa karşı bir öz inşa hamlesidir. Bu inşa, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda politik bir edimdir. Çünkü kendini yeniden kuran birey, topluma da başka bir gözle bakar. Bireyin dönüşümü, toplumsal anlamın hücrelerinde titreşim yaratır. O titreşim, bir süre sonra kolektif bir harekete dönüşür. Bu nedenle xwebûn, hem içsel bir mücadele hem de toplumsal inşanın ilk adımıdır.
Xwebûn, anlamın etik-politik örgütlenmesidir. Kendine ait olmayan değerleri reddetmek, yalnızca bir özgürleşme değil; aynı zamanda bir ahlaki sorumluluk ilanıdır. Kendini bilen, anlamı bilir; anlamı bilen, eylemini seçer. Ve seçilen eylem, sıradan değil; dönüştürücüdür.
Örneğin barış, Öcalan’ın düşüncesinde yalnızca bir çatışmasızlık hali değil; anlamın toplumsal düzeyde yeniden mayalanmasıdır. Bu anlam, devletin zihniyetini dönüştürmesini; halkların ise kendiyle yüzleşmesini gerektirir. Aksi halde barış, yalnızca teknik bir müzakere süreci olur, kalıcı değil, geçici…
Barış, anlamın toplumda yeniden dağıtımıdır. Bu, vicdani yüzleşmeyle mümkündür. Türk devletinin inkârcı zihniyetle hesaplaşması; Kürt halkının edilgenlikten sıyrılıp xwebûn bilinciyle kendini kurması bu nedenle zorunludur. Barışın kalıcılığı, ancak zihniyet ve vicdan devrimlerinin eşzamanlı gerçekleşmesiyle mümkündür.
Bu noktada Öcalan’ın çağrısı sadece siyasal değil; aynı zamanda ontolojik bir davettir: Toplumun kendini yeniden kurması için önce anlamı geri çağırması gerekir. Anlam geri gelmeden barış bir kelimeden ibaret kalır.
Bugün yaşadığımız yoksunlukların çoğu, düşünceden ya da bilgiden değil, anlamdan yoksunluktan kaynaklanıyor. Toplumlar çözülüyor çünkü ortak anlamlarını yitirmiş durumdalar. Bireyler dağınık, çünkü zihniyetleri yönsüz, vicdanları sessiz.
Bu yüzden çözüm, önce anlamı inşa etmekten geçer. Anlam, zihniyeti kurar; zihniyet, vicdanı işler kılar; vicdan, eyleme yön verir. Eylem, ancak bu üçlü birliktelikle dönüştürücü hale gelir.
Zihniyet ve vicdan devrimi, sadece politik değil; aynı zamanda varoluşsal bir devrimdir. Anlamın geri çağrıldığı bir dünyada insan, yeniden düşünebilir, yeniden hissedebilir ve en önemlisi: yeniden harekete geçebilir.