Efe’yi de öldürdüler. Eskisi gibi bütün usuller muteber, bütün çıkarımlar saygıdeğer. Dedesinin ezilmiş göğsünde uykuya bırakılan, altı yaşına ezilmiş bir düştü bütün görebildiğimiz. Adliye kapısında bir başına oturan kadın, oğullarının gömülü kaldığı dolu gözlerini her kaldırdığında, katlanmış çaresizliğiyle yeni baştan geri geri yürüyor ıssız dünyanın o ayak basılmadık azap çöllerini. Kaybolduğu yerde ne görüyor, ne hissediyor bilmiyoruz, ama başka bir kapıya buyrukla oturanların ne gördüğünü, ne hissettiğini biliyor herkes. Vurulduktan sonra, sokak ortasında aç köpeğin cesedine yumulduğu çocuğun görüntüleri çoktan eskidi, bir poşetin içinde sevdiğinin küllerini teslim alanın sesi de. Üstü çıplak çocuk sırtından vurulmuştu da yükselenimiz müziği kısmayı ve sözünü kesmeyi uygun görmemişti. Sonrası, yarılmış toprağın kökleri birbirinden koparışıydı. O vakitler anlayabileceğimiz bir şeydi, ama kırışmaz zekânın püskürttüğü coşkulu tiratlar da bodrumlarda cayır cayır yananların çığlıklarının üstünü örtüvermişti. Bindirilmiş kırış kırış duyuların eriştirildiği budalalığa sığınmak, o gün kime iyi gelmezdi ki! Koşulları da tartabiliyorduk, o günah mabedinden neden çekilmediklerini de; zaaflarını da biliyorduk, bindikleri eşkâl dönüştürücü o savurgan dalganın hangi kıyılara vurduğunu da.
Geleneğin azdığı imtiyazlı anların birinde Efe’yi de bir sokakta eziverdiler. Olgun üzüm tanesi nasıl ezilirse öyle. Dedesinin ezilmiş göğsünde ürkmeden kıvrılıp sonsuz uykulara dalabilir bundan böyle. Işıltılı gözlerinin çekilmiş iri gölgesi, en parlak umut ışığının gömülü olduğu suların derinliklerindeki mezarlar sessizliğinde. İşte yüzyılın sezgileriyle uyumlu yeniden tüm biçimler, yok etme itkisinin veçheleriyle barışık bütün biçemler. Minik ayak izlerinin sindiği sokakta bir kadın, sabahı olmayan bir gecenin gözleriyle bakıyor. Neyi susuyor bilmiyoruz, ama başka bir kapıda oturanları duyuyor, bütün içtenliğimizle anlıyoruz. Hatırlıyoruz, cesedi kurda kuşa yem edilmişleri anlayacak vaktimiz yoktu, cesetlerini el arabalarında taşıyanların o zaman ötesi dalgınlığını da. Her devrin kendince gördüğü düşleri vardır, mecrasından taşmadan kendi maksadına doğru akıp durduğu bir coşku eğimi. Hangi imkânların, talihin hangi kapılarından geçtiğimizi tez elden kavrayanımız her gönle incelmişti de parçalanmış gövdelere eğilmeye elvermemişti yüce gönüllüğü. Değil mi ki, o yeryüzündeki tüm kayıpların saldığı ıstırapların ardıl etkilerine vakıf, öyleyse geçmiş bütün yüzyıllardan daha fazla aydınlanmış olarak şimdi de bir o söyleyebilir, kana susamış olanın susuzluğunu nasıl dindireceğimizi.
Anlıyoruz, sıkıştırılmış bilincin ara katmanlarında, safdilliğin çarpıp da kendisi olarak döneceği gerçeğin duru kaynakları yoktur. Bulanık, kirli ve kanlıdır gerçek dediğiniz. Efe’yi geçebiliriz, altıncı yaş gününü de. İki büklüm bir yaşlı kadın, zamanın başlangıcından bu yana orada, boydan boya bir nehrin kıyılarını kanlı tırnaklarıyla kazıp duruyor. Kaygısız dünyamızın bulanık yanına düşenlerden. Ne arıyor, ne bulmayı ummuyor, bilmiyoruz. Ama anlamamız farz, yeryüzündeki diğer tüm haksız iniltilerinin ağırlığı bizim yükümüz. Hatta öldürmeye gönderilen için endişelenmekte olanın çekebileceği olası acıya, öldürülecek olanı insafa çağırmak bizim önceliğimiz. Kesik başların, çıplaklığına örtünmüş paramparça gövdelerin, yağmalanmış mezarların, çöplüklere serpiştirilmiş kemiklerin, poşetlerde sergilenmiş küllerin hiçbirinin, ama hiçbirinin anlaşılma gereği yok; onlar, kayda geçmemiş zamanların daimi krizleri, onun öğeleri. Kuşku duymuyoruz, safdilliğin korunaklı, temiz barınağında huzursuz bilinç sıçrayışlarına, vakitsiz iç çekişlere yer yok. Başka meyillere onca incelmiş bir dilin yaslandığı niyet ortada; çağrı, özgürlüğünü kurtulmuş olanın esaretine bağlayanın çağrısı. Hayır korku değil, o bir koku, bir dokunuş. Korku soğuktur, dayanılmaz bir sıcaklık. Bu başka bir şey, sırtınızdaki bir karıncalanma, yanık ve kesik karışımı, acıyla uyuşma arası. Boşlukta geri geri giderken düşmeden ve çıkamadan saplanıp kaldığınız bir şey.
Rüya görürüz, bazen de rüya bizi. Dehşet, ona kapı aralayan olmadan anlaşılamaz. Yol gösteren parmağın battığı, altı yaşına ezilmiş o çocuk gözler…