Zira barış, çatışanlar arasında yapılır. Ancak bu basit gerçeklik, kamuoyunun geniş kesimleri tarafından hâlâ yok sayılmakta. Ya da bizler yeterince ‘neden barış’ı anlatamamaktayız
Ercan Jan Aktaş
“…Baktım amcamın oğlu geldi, dedi işte böyle böyle yani, hastaneden telefon açmışlar, bu da böyle üç falandı herhalde gece yarısı. Artık nasıl gittiğimi bilmiyorum yani. Artık gece üçte dörtte araba bile yok Nusaybin’de… O çatışma öyle olmazdı.
O kadar ki büyük bir çatışma. Artık ben de yayan gittim, bayağı da sürüyor devlet hastanesi bizim evden. Ben böyle beklemiyorum da amcamın oğlunu. Ben yürüyorum, o arkamdan geliyor. İnfaz olayı aklıma bile gelmedi, diyorum işkence filan fazla yapmışlardır, bir daha götürecez doktora, Mardin’e falan. Onun için çağırıyolar.
Hastaneye vardık, daha merdivenlerin başında amcamın oğlu dedi ki: ‘Sabri Hocamın oğlunu getirmişler’. Nerde ? Yani o adam kulağıma bir şey deyince ben birden bağırdım, dedim: ‘Devlet oğlumu öldürdü!’ Aynen böyle. Artık bağıra yolda, o yoldakiler böyle hani hepsi de damda yatıyorlar ya, benim sesimi tanımışlar, hem Arapça söyledim hem Türkçe: ‘Devlet benim oğlumu öldürdü !” Sultan Oğraş / Savaş Tanıkları Anlatıyor : ‘Ben Öldüm, Beni Sen Anlat’
Yüzleşmeyi içermeyen bir barış tahayyülü eksik ve sürdürülemezdir. Nasıl ve hangi saiklerle başlamış olursa olsun, her barış sürecinin en kritik duraklarından biri, kaçınılmaz olarak yüzleşmedir. Yüzleşme, çatışma dönemlerinde karşıt kamplara ayrılan tarafların, ölümleri yalnızca rakamlara indirgemek yerine, yaşanmış insan hikâyelerine dönerek, anlatılara kulak vererek hakikatin peşine düşmedir. Zira uzun süreli çatışmaların ardından toplumsal barışın inşası yalnızca silahların susmasıyla değil, geçmişle samimi, çok katmanlı ve kolektif bir yüzleşmenin gerçekleşmesiyle mümkün olur.
Bu yüzleşme, bireysel travmaların ve toplumsal kırılmaların onarımı kadar, kolektif hafızanın inşasında da belirleyici bir rol oynar. Hakikatin ortaya çıkarılması, adaletin tesisi, mağdurların tanınması ve onarılması ; yalnızca geçmişin muhasebesi değil, aynı zamanda geleceğin etik, siyasal ve kültürel temellerinin yeniden inşası anlamına gelir. Transitional justice (geçiş dönemi adaleti) literatüründe sıklıkla vurgulanan bu tür yüzleşme pratikleri ; suçların cezasız kalmaması, kurbanların onurlandırılması ve toplumsal uzlaşmanın sağlanabilmesi açısından da elzemdir.
Bu perspektiften hareketle, bizler Ortadoğu Tarih Akademisi Kolektifi olarak, göreli çatışmasızlık döneminden yararlanarak 2004-2005 yıllarında bir sözlü tarih çalışması başlattık. Sosyolog Pınar Selek’in koordinasyonunda yürüttüğümüz bu çalışmada, çatışmalı süreçte yaşamını yitiren gerilla, asker, polis ve sivillerin aileleriyle Diyarbakır, Mardin, Urfa, İstanbul, Ankara, Denizli ve Antalya’da toplam 125 derinlemesine görüşme gerçekleştirdik.
Söz konusu görüşmeler, yalnızca bilgi toplama amacı taşımıyor; bizlerin de doğrudan veya dolaylı biçimde içinde yer aldığı bu uzun soluklu çatışma sürecinin insani bedellerine dair derin bir yüzleşmeyi mümkün kılıyordu. Görüştüğümüz aileler, yaşadıkları ağır kayıplara rağmen, ortak bir duyguda buluşuyordu : barış talebi. Bu talep, karşıt taraflara mensup ailelerin bile en temel müşterekiydi ; samimi, yıkıcı ve dönüştürücüydü.
Bu çalışmanın bir diğer amacı da ezberlenmiş ve devlet merkezli resmi tarih yazımına karşı alternatif bir anlatı geliştirmekti. O dönemlerde çatışmalarda “35 bin kişinin hayatını kaybettiği” yönündeki yaygın söylem, bugün neredeyse 50 binlere ulaşmış olsa da, bu tür rakamsal ifadelerin hem eksik hem de insanı nesneleştiren bir yanı olduğu açıktır. Savaşın yalnızca “büyük olaylar”ın değil, aynı zamanda görünmeyen gündelik kayıpların toplamı olduğunu savunduk bu çalışmamız ile.
Oğlu PKK’ye katılan ve kısa süre sonra yaşamını yitiren bir annenin ‘Artık barış olsun, yeter ölmek, nereye kadar, savaş bitsin artık !’ sözleri, bu alandaki çalışmalarımda hep içsel bir pusula oldu. Bu cümle, aynı zamanda çalışmanın temel motivasyonunu özetler niteliktedir. Gerçekten de, ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını, bu insanların evlerine konuk olduğumuzda daha iyi anladık. Bizleri, evin en kuytu dolaplarında saklanan elbiselerle, kasetlere kaydedilmiş seslerle, duvarlardaki bayraklara, keskesor flamalara sarılı fotoğraflarla karşılıyorlardı. O fotoğraflardaki bakışlar bize adeta şunu söylüyordu: “Ben öldüm, beni sen anlat.”
Ortadoğu Tarih Akademisi Kolektifi olarak yaptığımız bu çalışma, 2006 yılında Belge Yayınları tarafından “Savaş Tanıkları Anlatıyor / Ben Öldüm Beni Sen Anlat” adıyla yayımlandı. Çalışmanın ilk sergisi Diyarbakır’da yapıldı, Urfa ve İstanbul’da da sürdürülmesi planlanıyordu. Ancak Diyarbakır’daki sergiden bir gün sonra, “gerilla ve polis fotoğrafları aynı sahada olamaz” gerekçesiyle sergi alanı basıldı, sergi malzemelerine el konuldu ve 7 arkadaşımız hakkında dava açıldı. Böylece çalışma, devletin baskı nedeniyle yarım kaldı. Bütün ülke olarak da 2007 Mersin Newroz’unda gene devlet tarafından organize edilen bir provokasyon ile yeniden çatışmaların içinde bulduk kendimizi.
Geçen 20 yılın ardından, bugün devletin de PKK’nin de “içindeyim” dediği bir sürecin içindeyiz. Her zaman sürece sert şekilde müdahil olan Bahçeli, sürecin samimi bir şekilde devamı için çaba sarf eden Abdullah Öcalan, bu sürecin çatışan taraflar arasında kurulduğunu gösteriyor. Zira barış, çatışanlar arasında yapılır. Ancak bu basit gerçeklik, kamuoyunun geniş kesimleri tarafından hâlâ yok sayılmakta. Ya da bizler yeterince ‘neden barış’ı anlatamamaktayız.
Bir asrı aşkın bir geçmişe sahip olan “Kürt Sorunu”nun çözümünde, beyaz ve elit Kemalistler ile Öcalan’ın deyimiyle “ilkel milliyetçi Kürtler”, sürecin önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Barış sürecini “Lübnanlaştırma” tehlikesiyle itibarsızlaştıran, diğer tarafta ise “ Öcalan Kürdistan’ı sattı” diyen ilkel milliyetçi Kürtlere; “Artık barış olsun, yeter ölmek!” diyen annelerin, eşlerin, kardeşlerin feryatlarına bir anlık da olsa kulak vermelerini salık veriyorum. Kürdün de bedeli cezaevi, sürgün, ölüm olmadan siyaset yapma hakkı olmalıdır.
Zira savaşın bir kazananı, barışın ise kaybedeni yoktur.