2026 asgari ücreti tartışmaları daha başlamadan ‘enflasyon patlar’, ‘işsizlik artar’, ‘fabrikalar Mısır’a kaçar’ iddiaları havada uçuşuyor. Oysa veriler bu iddiaların gerçeklerle bir ilişkisi olmadığını gösteriyor
Deniz Bakır
2026 asgari ücreti yaklaşırken ezberler bir kez daha raftan indirildi. Hükümet, sermaye örgütleri, ana akım iktisatçılar ve onlara eşlik eden köşe yazarları aynı cümleleri tekrarlıyor: “Asgari ücret artarsa enflasyon azgınlaşır”, “Ücret-fiyat sarmalına gireriz”, “İşveren dayanamaz, işsizlik patlar”, “Fabrikalar Mısır’a taşınır.” Bu efsaneler yeni değil; aksine kırk yıllık neoliberal dogmanın güncellenmiş versiyonları. Amaç ise değişmiyor: Asgari ücreti düşük tutmak, emeği ucuzlatmak.
Oysa tartışmanın merkezine verileri ve toplumsal gerçekliği koyduğumuzda bu anlatının hızla çöktüğü görülüyor. Türkiye’de enflasyonun temel nedeni ücretler değil. Ücretlerin bastırıldığı, sendikal örgütlülüğün zayıflatıldığı, asgari ücretin fiilen ortalama ücrete dönüştüğü bir ülkede dünyanın en yüksek enflasyonlarından biri yaşanıyorsa, “ücret-fiyat sarmalı” masalının izah gücü kalmaz. Merkez Bankası raporlarının dahi kabul ettiği gibi, işçilik maliyetlerinin fiyatlar üzerindeki etkisi sınırlı. Buna karşılık döviz kuru şokları, dolaylı vergiler ve şirketlerin bozulan fiyatlama davranışları, yani kâr marjları, enflasyonun asli motoru.
Son yıllarda yaşadığımız şey bir ücret enflasyonu değil, açık bir kâr enflasyonudur. Ücretler reel olarak gerilerken, şirket bilançolarında rekor kârlılık oranları görülmesi bunun en somut göstergesi. Ücretlerin talep enflasyonu yaratabilmesi için sendikaların son derece güçlü olduğu, ücretlerin fiilen emekçiler tarafından belirlendiği, kapasite sınırına dayanmış bir ekonomi gerekir. Türkiye ise bunun tam tersidir: Düşük ücret, güvencesiz çalışma ve örgütsüzlük.
İkinci büyük ‘efsane’ işsizlik tehdididir. “Zam olursa işçi çıkarılır, işletmeler kapanır” denir. Oysa Türkiye’de asgari ücret artışlarının işsizliği artırdığına dair tek bir güçlü ampirik çalışma yoktur. 2016’da asgari ücretin reel olarak tarihi bir artış yaşadığı dönemde ne kitlesel işsizlik patlaması ne de ekonomik çöküş yaşandı. Tersine, ücret artışı iç talebi canlandırdı. Çünkü işçi sadece bir maliyet kalemi değil, aynı zamanda ekonominin müşterisidir. Asgari ücretli kazandığını tüketime harcar; bu da esnafın, KOBİ’nin, sanayicinin cirosuna döner.
Bugün “fabrikalar Mısır’a gider” söylemi de aynı korku siyasetinin güncel versiyonu. Dün Doğu Avrupa ve Çin’di, bugün Mısır. Ancak rakamlar yine bu iddiayı boşa düşürüyor. Mısır’da asgari ücret dolar bazında Türkiye’den düşük olabilir; fakat asgari ücretin kişi başına milli gelire oranı Mısır’da Türkiye’den daha yüksek. Yani Mısır’da asgari ücretli, ülkenin yarattığı toplam gelirden Türkiye’deki asgari ücretliden daha büyük bir pay alıyor. “Ucuz ülke” arayışının ise sonu yok; bu mantık kabul edilirse yarın daha yoksul bir ülke bulunduğunda oraya da gidilecektir. Bu, emekçiler arasında küresel bir aşağı doğru yarıştan başka bir şey değildir.
Bugün Türkiye’de sorun, asgari ücretin “yüksek” olması değil; aksine asgari ücretin yaygınlaşarak ortalama ücret haline gelmesidir. DİSK-AR verileri, özel sektörde çalışanların yarıdan fazlasının asgari ücret ya da hemen üzerinde ücretlerle çalıştığını gösteriyor. Kadınlarda bu oran daha da yüksek. Bu tablo, ücret politikasının bir sosyal politika olmaktan çıkıp yoksulluğu yöneten bir mekanizmaya dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Asgari ücret, teknik hesap cetvellerinin değil, sınıf mücadelesinin konusudur. Açlık sınırının altına itilen milyonlar için mesele, birkaç puanlık zam değil; insanca yaşanacak bir ücret ve büyümeden adil paydır.
Sermayenin yalanları
- Türkiye’de enflasyon ücretlerden değil, döviz kuru, vergi politikaları ve şirketlerin fiyatlama davranışlarından besleniyor.
- Asgari ücret artışlarının işsizliği artırdığına dair güçlü bir veri yok.
- 2025 itibarıyla özel sektörde çalışanların yüzde 50’den fazlası asgari ücret ve çevresinde ücret alıyor.
- Asgari ücretin kişi başına milli gelire oranı Türkiye’de Mısır’ın gerisinde.









