Bakıp gördüler ki kaybedecekler, zaman artık aleyhlerine çalışıyor, olası bir seçimde hileyle bile kapatamayacakları bir duruma doğru yokuş aşağı inmeye başladılar; o zaman “en iyisi, şu seçim falan olmasın artık, olacaksa da rakibimiz olmasın” diyerek 19 Mart darbesinin (19D ) düğmesine bastılar.
Ancak, düğmeye bastılar ve halen de kararlıca arkasında durup darbelerini yürütüyorlar da, bu sefer alışık oldukları gibi sadece onların istedikleri olmadı. Darbe karşıtı bir halk hareketi hızla gerçekleşti. Halk, özellikle de öğrenci gençlik öylesine öfkeyle sokağa çıktılar ki, sel olup barajları yıkıp geçtiler.
Beyazıt’da, 60’lardan beri devrimci gençliğin mekanı olan bir sokakta aşılan polis barikatı, (ki, aşılan barikatın az ilerisinde 1978 yılında 16 Mart bombası patlamıştı) hızla bütün ülkeye yayılan bir dalganın önünü açıverdi. Bu vesileyle 16 Mart faşist saldırısında yaşamını kaybeden 7 genç arkadaşımızı saygıyla analım, o barikatı aşan gençler pek de fark etmeden saldırının yıl dönümünde o gençleri en iyi biçimde anmış oldular! Keşke görebilselerdi!
Başlangıcından bir hafta sonra görünen o ki, faşist darbe kendi yolunda yürümekte kararlıdır, ama tam karşısında hızla oluşuveren bir halk direnişi de aynı kararlılıkla kendi yolunda yürümekte kararlıdır. İktidar halkı şiddet yoluyla darbelerken, halk da iktidara ağır darbeler vurmaktadır.
Beş paralık yargıçların kararlarıyla başlatılan darbe süreci, kendisini zorlayan halka ve özellikle gençlere karşı polis gücünü en ağır işkenceli saldırılarla devreye sokmak zorunda kalmıştır. Başlangıçta sadece yargı üzerinden sözümona “hukuki” yoldan yürütülmek istenen darbe tıkanmış, “Yargı+Polis Darbesi” biçimine dönüşmüştür.
İktidar, özellikle Gezi’nin zorlamasıyla kendi varlığını korumak için devlet şiddetini artan oranda kullanmaya başlamış, bizzat kendisinin de içinde olduğu anlaşılan15 Temmuz darbe girişiminden sonra şiddet pratiğini darbeci bir yapıya sıçratmış, iktidarını farklı biçimlerde bir dizi darbeyle sürdürebilmiştir. Neredeyse hiçbir seçim normal sonuçlarıyla açıklanmamış, her seçimde bir biçimde “kediler trafolara girmiş” en bayağı ve adi biçimlerde göstere göstere seçim hileleri yapılmıştır.
Karşımızda sürekli olarak başta polis şiddeti ve hileler olmak üzere farklı biçimlerde darbelerle var olabilen, bu yolda ilerleyip hukuktan uzaklaştıkça çeteleşen ve üstelik süreç içinde hakim olduğu devleti, de kendisiyle birlikte çeteleştiren bir iktidar vardır. Gayri meşrudur, şiddet, gasp ve hile yolunu kullandıkça kendisini de açmaza alıp yok etmeye yazgılı bir yapı olmuştur.
Dolayısıyla, 19D iktidarın “normal” var olma biçimidir. Ama bu sefer işler biraz karışmıştır!
O halde, başlıktaki sorunun cevabı, “Hayır, ava çıkan avcı henüz avlanmıyor ama darbeleniyor; 19D, evet kararlıca sürdürülüyor, ama hızla yolunda yürüyüp hedefine ulaşamıyor hatta zorlanıyor; zorlandıkça 19D’nin şiddet artıyor; gelin görün ki, halk da zaman geçtikçe daha güçlü direniyor, her şiddet artışına daha fazla ve daha yaygın bir direnişle cevap veriyor” olmalıdır.
Başlangıçta tek yönlü bir darbeyle şok yaratarak kendi önünü açıp hızla faşizmin kurumsallaşması sürecini hedefine ulaştırmayı hedefleyen 19D, şimdi tam karşısında oluşan halkın direnişiyle iç içe geçmiş, iki zıt süreç aynı anda yaşanmaktadır.
Artık iki avcı var!
Ama, aramızda kalsın aman kimse duymasın, aslında sahnenin arkasında fırsat kollayan çok fazla avcı var! Erdoğan ve Bahçeli, devleti çeteleştirirken, o devletin yüzlerce yıllık bir tarihe sahip olduğunun bilgisine de sahipler. Evet, devlete hakimler, ama devletin yapısı hakkındaki bilgilerinden yola çıkıp, hakim oldukları devletin içinde adeta bir “paralel devlet” kurarak kendi özel hakimiyetlerini sağlayabiliyorlar. Dolayısıyla “devlet içinde başka hangi devletler var”, bilemiyoruz!
Kaotik ortamlar böyledir, ele avuca gelmezler, sürprizlerle doludurlar, nereden neyin çıkacağı pek belli olmaz; hele bir de kaosa doğru sürüklenirse! İşte o zaman, herkes için her yerden ve her an binbir risk çıkıp gelir.
19D sonrasında olup bitenleri 1940’ların tek parti/CHP devrinde o partinin ve devletin resmi gazetesi olan Ulus’un sıcak bir yaz gününün ertesi günündeki manşeti çok güzel açıklıyor: “Halk plajlara akın etti, vatandaş rahatsız oldu!” Öyle olmadı mı, yüce Reisimiz ve etrafındaki çete şöyle ince ayarlanmış bir darbe yapacaklardı, ama şu halk yok mu, ne yapacağı belli olmuyor ki!
Kimler sokakta?
19D’nin katılımcı kitlesi tıpkı Gezi kitlesi gibi amorf/şekilsiz bir kitledir ve bulanık bir bilince sahiptir. Ortak noktalar, hukuka bağlı bir devlet isteği, özgürlük arayışı, yoksulluğa tepki ve özellikle de Erdoğan’dan nefrettir. İnsanlar hakları olan yurttaşlar olmak ve denetleyebildiği, hukuka bağlı ve adaletli bir yönetim istiyorlar.
Öğrenci gençlik, kavrama gücü ve militanlık düzeyiyle hem sürecin en önündedir hem de sürdürme konusunda kararlı olabilecek bir ögesidir. Kadınlar, mevcut kadın düşmanı iktidara öfkelerini dillendiriyorlar. Sonucun şimdi olan İmamoğlu’na yapılan haksızlığı engelleme darlığından kopuşup demokratik bir içerik kazanması, işçi sınıfının üretim alanlarından sürece katılımıyla sağlanabilir.
Erdoğan’a nefret, bu isteklerin tam tersi yönde keyfi bir zulüm düzeni kurmuş olmasındandır. Kendisi sarayında keyif sürmektedir ama sarayından bakınca böcek gibi gördüğü halkın nefreti o gösterişli ama zevksiz sarayı her yönden kuşatmaktadır. O kadar Gezi korkusundan sonra işte Gezi farklı bir yapı ve biçime bürünmüş olarak kendisini geliştirerek bir kez daha karşısındadır. Ama o yine bildiğini yapmakta, halka nefretini polislerine “saldırın” emri vererek dışa vurmaktadır.
Sosyalistler, şimdi hareket halinde olan amorf yapıyı aslında çıkılan yolun doğal ve meşru hedefi olan demokratik bir anayasa ve onun omurgası olacağı demokratik bir cumhuriyet zeminine doğru ilerletip yerleştirmeli ve o zeminde derinleştirmelidir. Bu bir süreç işidir ve süreç ancak halkın özneleşmesiyle, yani kendi ihtiyaçlarını ele geçirebilmek için halk tarafından yapılacak mücadeleyle gerçekleştirilebilir.
Sosyalistlerle Kürt halkının ortak bir zeminde buluşması sürecin kaderini belirleyebilecek ağırlıkta bir görev olarak gerçekleştirilmeyi bekliyor.
Süreç ne durumda?
19D’nin tam da Bahçeli tarafından açığa çıkarılıp resmen başlatılan özel sürecin sonrasında yaşanması elbetteki tesadüf değil. Tıpkı Gezi direnişinin önceki süreç içinde yaşanması gibi, şimdiki halk direnişi de yeni sürecin içinde yaşanıyor. Her iki durumda da savaşın basıncının kalkmasının halkın sokağa çıkışının önündeki bazı engelleri kaldırdığı açıktır. Ancak, ne güncel halk direnişi Gezi ile aynı ne de süreç öncekine benziyor. Bu konuyu farklı bir yazıya bırakarak, şimdiki sürecin yarattığı özel bir duruma değinmek istiyorum.
Erdoğan iktidarının zulmüyle baskılanan öfkeli Kürt halkının darbeye karşı tepki göstermesi engellenmek isteniyor. En gelişmiş ve güçlü özneleşmeyi gerçekleştiren ve zulme karşı direnişle mayalanan Kürt halkının tepkisinden korkuluyor, hele ki o tepki diğer toplumsal güçlerle birleşirse olabilecek olanlar görülüp önlem alınıyor.
Öte yandan, şimdi Erdoğan’ı protesto edenlerin içinde konumlanmaya çalışan Zafer Partili küçük bir grup ve onlara katılan kimi CHP’lilerin Kürt karşıtı küfre varan söylemleri ve saldırganlıkları da, karşısında gibi göründükleri Erdoğan’ın darbe girişiminin aslında içinde konumlanmaktadır. Amaç, halkları birbirine düşmanlaştırmak hatta mümkünse birbirleriyle savaştırmaktır.
Bu hesaplar alçakça ve ahmakçadır. Alçaklıktır; çünkü sırf iktidarda kalabilmek için bin yıldır bu topraklarda yaşayan halkların birbiriyle savaştırılması hedeflenmektedir. Ve, ahmaklıktır, çünkü Kürt halkının farklı alanlara dağılmış önder güçlerinin bunca tecrübeden sonra asla bu tür tuzaklara düşmeyeceğini görememektedir. Çocuk mu kandırıyorsunuz?
Öte yandan, onca büyük laflardan sonra gelinen noktada, Öcalan’ın bütün açıklığıyla yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısına rağmen, devlet tarafından en küçük bir adım dahi atılmamaktadır. Newroz kutlamalarında her zaman yapılan provokasyonların bu sene gerçekleşmemesi midir adım atmak? Bu zaten olması gereken tutumdur.
En azından ufak bir jest olarak Öcalan’ın 26 yıldır kaldığı hücresinden adada bir eve nakledilmesi ve günlük haberlere ve farklı görüşlerin yayınlarına ulaşabilmesi sağlanabilir ya da zaten tümüyle hukuksuz olarak yıllardır hapiste tutsak tutulan Demirtaş AİHM kararlarına uyularak serbest bırakılarak ilk adımlar atılabilir, sonrasına dönük bir ışık yakılabilirdi.
Ama, alay edercesine yapılan kimi zırva tekliflerden başkası yapılmamakta, sivil politikacıların tutuklanması ve belediyelere el koyulmasına dönük hukuksuz keyfi uygulamalar bütün hızıyla sürdürülmektedir. Aynı anda, silah bırakmaya hazır olduğunu açıklayan ve ilk adım olarak ateşkes ilan eden gerilla güçlerine sürekli saldırılar düzenlenmekte, Rojava’da ise sivil yerleşim alanları sürekli bombalanmaktadır.
Öte yandan, 19D’nin gerekçelerinden birisi de, Kürt halkının CHP ile yaptığı yaptığı “Kent Uzlaşısı”dır. Kürt halkı teröristmiş, nasıl belediye meclisi üyesi olabilirmiş!
Açıktır ki, devlet barış iradesi taşımamaktadır. Dolayısıyla, öyle anlaşılıyor ki, ya şimdiye dek alışılageldiği gibi Kürtlere tuzak kurulmak istenmekte ya da devletin içindeki farklı güçler arasında anlaşmazlık yaşanmaktadır. Bu durumda, akıl vermek asla aklımızdan geçmez ama gördüğümüzü söylemek de görevdir, Öcalan’ın çağrısına uyulacaksa bu tutum devlete rağmen ve tek taraflı olarak gerçekleşebilir.
Bu durumda neler olabilir?
Yasal-meşru alanda ilk elde yapılabilecek söylem değişikliği hemen yapılmıştır. Halkın örgütlenmesinin bir üst seviyeye taşınması, yani halkın özneleşmesi sürecinin derinleştirilmesi ise, sürece yayılan bir görev olarak gerçekleştirilmeyi bekliyor.
Askeri alanda, gerillalar tek taraflı olarak Türkiye coğrafyasından çıkar ve Türkiye’de silahlı mücadeleye son verildiği açıklanabilir.
Rojava’da ise, iktidarda olan Kürt-Arap koalisyonunun temsilcileri uluslararası güçlerin garantörlüğünde Şam’a gitmiş ve yeni inşa edilmeye çalışılan devletle uygun ortaklık nasıl yapılabilir konusunda görüşmeler başlamıştır. O arada, Suriye’de HTŞ hükümetinin baskılarına karşı tutum alan Dürziler ve katliama uğrayan Alevilerle dayanışma yolları aranmaktadır.
Ancak, Şam’daki HTŞ güçlerinin durumu belirsizdir. Gelişmeler HTŞ’nin Suriye’yi yönetecek bir kapasitesi bulunmadığını gösteriyor. Öyle görünüyor ki, Suriye’nin geleceğine doğru ilk adımlar zaten bu geleceği kendi alanında gerçekleştiren Rojava’nın öncülüğünde Dürziler, Aleviler, laik Sünnilerin ittifak alanının dini siyasetlerinin merkezine koyan güçlerle bir biçimde ilişkilenmesiyle atılabilir.
Aksi, bölünmüş bir Suriye olacak ve ne yazık ki bu süreçte Suriye’de öncekine benzer bir iç savaş yaşanabilecektir. O arada Suriye’nin güneyinde büyük bir bölge İsrail tarafından işgal edilecektir. Türkiye’nin de benzer bir dayatmayı şimdi zaten kontrol ettiği bölgelerde yapmak isteyeceği açıktır.
Kandil’e gelince, mevcut koşullarda kendisini feshetmek bir yana daha da kökleşmeye yazgılıdır. Bu yazgı, Türkiye devletinin mevcut tutumunun zorunlu sonucudur. Zaten bu tutum da rastlantı değil, 200 yıllık yerel modernleşme sürecinin yarattığı devletin özgün yapısının ürünüdür. Bu devlet stratejik bir dönüşüm yaşamadıkça başka tutum üretemiyor, üretemez. Bahçeli’nin çıkışı, “Orta Doğu’da yaşanan olağanüstü hal acaba devlette bir restorasyon iradesi mi oluşturdu” olasılığını düşündürtmüştü, ama öyle bir dönüşüm için henüz bir işaret yok!