Sırrı Süreyya Önder ve Türkmenlerin sesi ise bu hafızadan beslenen bir umudun temsilcisi. Belki de gerçek barış tam da bu umudun peşinden gidenlerin cesaretinde filizlenecek
Mesut Bor
Anatolya’nın kadim toprakları tarih boyunca sayısız isyan, göç ve kültürlerin kesişimine tanık oldu. Bu topraklarda filizlenen direnişlerden biri olan Babai İsyanı,13. yüzyılda Selçuklu Devleti’nin baskıcı politikalarına karşı bir köylü ayaklanması olarak patlak verdi. İsyanın lideri Baba İshak, dini figür olmanın yanında ekonomik adaletsizlikler ve sosyal eşitsizlikler karşısında birleşen halkın sesiydi. Kanlı bir şekilde bastırılan bu isyan, Anatolya’nın hafızasında bir direniş hikâyesi ve ezilenlerin ortak dili olarak yerini aldı. Bugün tam da bu dilin izinde Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerin öncülük ettiği barış arayışları Kürt meselesinin ötesine uzanarak Türkmenler gibi görünmez kılınan toplulukların mücadelesine de ışık tutuyor.
Türkiye’de etnik ve kültürel çeşitlilik resmi söylemin sık sık üzerini örtmeye çalıştığı bir gerçeklik. Özellikle Türkmenler bu gerçekliğin en karmaşık parçalarından biri. Türkçenin farklı bir lehçesini konuşan, kendine özgü gelenekleri ve tarihsel aidiyetleri olan bu topluluk Anatolya’nın kadim halkları arasında yer alıyor. Ancak Türklük ile olan dilsel ve kültürel yakınlıkları onları çoğu zaman “Türk’ün Türk’ten farkı” gibi soyut bir tartışmanın içine hapsediyor. Oysa Türkmenler, Kürtlerle yüzyıllardır iç içe yaşarken hem bir köprü hem de kendi kimlik mücadelesini veren bir grup olarak var oldu. Toprak anlaşmazlıkları, merkezi ideolojinin asimilasyon politikaları ve kültürel erozyon gibi sorunlar bu mücadelenin temel dinamiklerini oluşturuyor.
Sırrı Süreyya Önder tam da bu noktada devreye giren bir figür. Sinema ile politikayı birleştiren bir aktivist olarak Önder, yalnızca Kürt hakları mücadelesinin değil tüm marjinalleştirilmiş grupların sesini duyurmaya çalışan bir isim. 2013-2015 yılları arasında süren çözüm sürecinde HDP’nin kurucularından biri olarak, Kürt sorununun çözümünü bir etnik uzlaşma meselesi olmaktan çıkarıp sınıfsal ve kültürel adalet taleplerini içeren geniş bir çerçeveye oturtma çabasındaydı. Bu çerçeve, Türkmenlerin yaşadığı toprak gasplarını, Kürt köylerinin boşaltılmasını ve Alevilerin inançsal baskılarını aynı zeminde tartışmayı gerektiriyordu.
Ancak Türkmenlerin bu hikâyedeki yeri diğer gruplara kıyasla daha belirsiz. Resmi ideoloji Türkmenleri Türklüğün bir parçası olarak tanımlayarak onların ayrı bir etnik kimlik talebini görünmez kılıyor. Öte yandan, Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan Türkmenler, devlet tarafından “bölücü” olarak etiketlenebiliyor. Bu ikilem Türkmenleri siyasi bir labirentin ortasına atıyor. Bir yanda Türklükle kurdukları tarihsel bağ diğer yanda kültürel farklılıklarını koruma arzusu. Sırrı Süreyya Önder’in bu labirentte attığı adımlar tam da bu nedenle önemli. 2014 yılında Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Tuzluçayır’da düzenlenen bir forumda, hem Kürtlerin hem Türkmenlerin toprak haklarının birbirinden bağımsız ele alınamayacağını vurguladı. Ona göre, barış ancak ortak acıların tanınmasıyla mümkün olabilirdi.
Ne var ki bu tanınma Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi iklimde giderek zorlaşıyor. AKP iktidarının son yıllarda artan milliyetçi-muhafazakâr söylemi, etnik ve kültürel farklılıkları tehdit olarak kodluyor. Özellikle Suriye’den gelen Türkmen göçmenlerin bile istenmeyen yabancılar muamelesi görmesi devletin Türkmen algısındaki çelişkileri gözler önüne seriyor. Bir yanda soydaş retoriği, diğer yanda kültürel farklılıkları yok sayan bir asimilasyon politikası. Bu durum, Türkmenlerin kimlik mücadelesini daha da karmaşık hale getiriyor.
Baba İshak’ın isyanı, tam da bu karmaşanın ortasında bir metafor olarak yeniden canlanıyor. Tıpkı 13. yüzyılda olduğu gibi, bugün de merkezi otorite şiddeti, ekonomik eşitsizlik ve kültürel yok sayılma farklı toplulukları aynı direniş hattında birleştiriyor. Sırrı Süreyya Önder’in çabaları bu hattın üzerine inşa edilecek bir barışın ancak çok katmanlı bir adalet anlayışıyla mümkün olduğunu gösteriyor. Bu anlayış yalnızca Kürtlerle veya Türkmenlerle sınırlı kalmamalı, Romanların, Alevilerin, Süryanilerin ve daha pek çok grubun hikâyesini kapsamalı.
Peki bu mümkün mü? Türkiye’nin otoriterleşen siyasi yapısı ve toplumdaki kutuplaşma düşünüldüğünde, bu soruya iyimser bir yanıt vermek zor. Ancak tarih, Anatolya’nın çok kimlikli dokusunun hiçbir zaman tamamen silinemediğini gösteriyor. Baba İshak’ın isyanından bugüne uzanan direniş, bir yandan merkezi ideolojinin baskıcı aygıtlarını teşhir ederken, diğer yandan alternatif bir dayanışma kültürünün izlerini taşıyor. Sırrı Süreyya Önder gibi isimler bu kültürü politik bir söyleme dönüştürme çabasında. Belki de barışa giden yol tam da bu söylemin içinde saklı. Geçmişin acılarını bugünün adalet talepleriyle birleştiren, kimlikleri yok saymak yerine çeşitliliği bir zenginlik olarak gören bir dil.
Türkiye’nin barış arayışı, ne yalnızca bir Kürt meselesi ne de dar bir siyasi pazarlık konusu. Bu arayış Anatolya’nın bin yıllık çok kimlikli hafızasına dokunmak zorunda. Baba İshak’ın gölgesi bize bu hafızanın hâlâ diri olduğunu hatırlatıyor. Sırrı Süreyya Önder ve Türkmenlerin sesi ise bu hafızadan beslenen bir umudun temsilcisi. Belki de gerçek barış tam da bu umudun peşinden gidenlerin cesaretinde filizlenecek.