Yeni açıklanan Orta Vadeli Program’ın dili parlak; “yeşil dönüşüm”, “döngüsel ekonomi”, “dikey tarım” gibi sloganlar tıkır tıkır sıralanıyor. Ancak vaatleri sıralayan tabelanın arkasında sahada başka bir harita var: tarım arazileri madenciliğe açılıyor, su kaynakları büyük projelere, enerji altyapısına tahsis ediliyor; sonra halka deniyor ki “burada su yok, en iyisi dikey tarıma geçelim.” Bu mesajın adı bilgilendirme değil manipülasyondur. Önce toprağı, suyu ve işgücünü değiştiriyorsunuz; sonra şehirliye “taze” paketli sebze verip her şeyi normal göstermeye çalışıyorsunuz. Dikey tarımın buğdayı, mısırı, ayçiçeğini üretemediğini biliyoruz; oysa OVP’nin gıda güvenliği söylemi bu sınırlamayı göstermiyor.
Bu mesele teknik bir zaaf değil, bir sistem tercihi meselesidir. Dikey tarım kapalı devre teknolojilerle çalışır: LED aydınlatma, iklim kontrolü, pompalar, otomasyon… Bunların hepsi sürekli elektrik ister. Elektriğin ana yükünü maden-temelli, fosil yakıtlı santraller karşılıyorsa, şehirdeki laboratuvar-çiftliklerin enerji faturası kırsalda geri dönülmez ekolojik faturaya dönüşür. Toprak ise kolay üretilen bir kaynak değildir; bir santimetre verimli toprağın oluşması insani ölçekte asla telafi edilemez. Topraksız üretim, mikrobesinler ve iz elementler açısından toprak döngüsünün sunduğu zenginliği birebir kopyalayamaz (doğayı kopyalamaya kalkışmak, ironikçe söylemek gerekirse, Tanrı’nın işine el uzatmaya benzer; bazıları bunu iyi niyetle ‘ilerleme’ diye adlandırır). Sonuç: şehirde taze görünen bir raf, kırsalda bozulan bir ekosistem ve gelecek nesillere devredilemeyecek toprak kaybıdır.
Demokratik prosedürler görüntüsünün ardında yatan mantık daha da tehlikeli. Halkın görüşü alınıyor, evet; ancak görüş bağlayıcı değil. Karar mercii merkezde kalıyor; yani katılım formaliteye dönüştürülmüş bir kılıftan ibaret. Bu, rızanın mühendisliğidir: önce proje kurgulanır, teknik veriler sınırlı ve seçici biçimde paylaşılır, sonra “gelin dinleyin” denir; itiraz edenler ise süreç tamamlandıktan sonra “kamu yararı” bahaneleriyle susturulur. Bu pratik hukuki meşruiyeti aşındırır; çevresel adaleti çarpıtır, yerel halkın yaşam hakkı ve geçim kaynakları pazarlık konusu yapılır.
Kara mizahla söylemek gerekirse: şehirde “dikey” marul yiyelim diye ülkenin dört bir yanında toprak mı çalacağız? Maden kuyularından dökülen suyun faturası kimde yazacak? Bu sorular sadece ahlaki değil, hukuki sorulardır. Eğer politik hedefler teknik gerçeklikle uyumlu değilse, o hedefler ya revize edilmeli ya da uygulanamaz olarak ilan edilmelidir. Siyasi söylem ile saha gerçeği arasındaki makas büyüdükçe, sosyal maliyet de büyür.
Çözüm üç boyutlu olmalı: teknik, hukuki ve toplumsal. Teknikte, dikey tarım desteklenecekse bunun enerji kaynağı koşulu net olmalı: sadece yenilenebilir enerji ile çalıştırılma garantisi verilmeli; aksi halde destek verilmemeli. Hukukta, tarım arazileri ve meralar mutlak koruma altına alınmalı; madencilik ve ağır sanayi planları kesin sınırlarla düzenlenmeli. Şeffaflık ve denetim mekanizmaları güçlendirilmeli: enerji, su kullanımı ve çevresel etki verileri kamusal platformlarda gerçek zamanlı paylaşılmalı; bağımsız denetçiler atanmalı. Toplumsal boyutta ise halk katılımı sadece bilgilendirme olmaktan çıkarılmalı; yerel onay ve itiraz süreçleri bağlayıcı hale getirilmeli; proje ölçeğine göre hukuki itiraz ve tazminat mekanizmaları garanti altına alınmalı.
Sonuç basit: teknoloji vaatlerine teslim olmuş bir ekonomi, toprakla, suyla ve insanların yaşam alanlarıyla pazarlık yapamaz. Dikey tarım bir seçenek olabilir; ama toprağı maden için vermek, sonra cepteki tuzu çıkarıp “daha az su harcıyorsun” diye sunmak kabul edilemez. OVP’nin vaad ettiği “yeşil dönüşüm” eğer sahada toprak, su ve halkın lehine tahkim edilmezse, vaatlerin tümü bir propaganda şeridi olarak kalır. Bu yüzden şimdi somut yasalar, enerji taahhütleri ve bağlayıcı katılım mekanizmaları talep etmeliyiz; aksi halde yarın “taze” dediğimiz şeyin bedelini köylerimiz, topraklarımız ve çocuklarımız ödeyecek.