Komisyonun başmüzakereci olarak Abdullah Öcalan ile görüşmeyi tabu haline getirmemesi gerektiğini söyleyen DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, ‘Bu açıdan da iktidar ve Meclis Başkanı rahat olmalı ve Sayın Öcalan’la görüşmenin süreci ileriye taşıyacağını görmelidir’ dedi
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı Barış ve Demokratik toplum çağrısı ardından PKK’nin fesih kongresi ve silah yakma töreni gibi radikal adımlar atılmış olsa da devlat ve iktidar kanadından henüz somut adımlar atılmadı. Meclis bünyesinde kurulan Komisyon ise bir çok kesimi dinlemesine rağmen Kürt sorunun baş muhatabı olan Abdullah Öcalan’ı dinlemedi. Tüm bu gelişmeler ve sürece dair DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Ajansa Welat’an (AW) Mahmut Altıntaş’a konuştu.
- Sürece dair meclis bünyesinde bir komisyon kuruldu ve komisyonun çalışmaları devam ediyor. Ancak devlet yetkililerinin bu noktada somut adım atmaması kamuoyunda “Süreç tıkandı” tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Şuan süreç nasıl bir aşamada gerçekten bir tıkanma durumu var mı, varsa neden?
Süreç “tıkanmış” demek doğru olmaz; kontrollü ama yavaş ilerliyor demek daha doğru bir tasvir olur. 27 Şubat’ta Sayın Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum çağrısı, ardından PKK’nin fesih kongresi ve Süleymaniye’de silahlara veda töreniyle birlikte birinci aşama yani negatif barış dediğimiz aşama, fiilen tamamlandı: çatışmaların görece de olsa durması, siyasal dilin kısmen de olsa değişmesi ve Meclis’te komisyonun kurulması bu evrenin somut çıktılarıdır.
Özellikle yavaş ilerliyor olmasının birçok nedeni var. En başta güvenlik odaklı temkinli yaklaşımdır. Yine bürokratik ataleti besleyen “yanlış adım atmayalım” psikolojisi, geçmiş deneyimlerin travması ve provokasyonlardan duyulan kaygılar da etkiliyor bu yavaş hali.
Kişisel düşüncem ayrıca şudur: Bir yıl içinde daha ileri bir yerde olabilirdik…
Gelinen aşamada yine de rotamız doğrudur, barışa kararlı adımlarla gitmek lazım.
Sürecin selameti, devletin atacağı somut, hukuki ve demokratik adımlara bağlıdır. Bu konuda toplumsal beklenti çok yüksektir.
- Sürecin başarıya ulaşması, kalıcı bir ateşkesin sağlanması ve sürecin pozitif barışa evirilmesi için karşılıklı olarak hangi somut adımların atılmasına ihtiyaç var?
Sürecin ikinci aşamasının pozitif barışa evirilmesi gerekiyor. Çatışmaların sustuğu bu dönemi kalıcı barışa dönüştürmek somut adımların atılması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Meclis komisyonunun dinlemeleri sonlandırması; Sayın Öcalan’ı ziyaret etmesi, geçiş yasalarına dair çerçeve başta olmak üzere demokratikleşme yasalarının genel kurula sunması gerekmektedir. Sayın Öcalan’ın özgür iletişim ve çalışma koşullarının sağlanması barışın kalıcılaşmasının önünü açacaktır. Meclisin vakit kaybetmeksizin kayyımların kaldırılması ve yerel demokrasinin güçlendirilmesi, demokratikleşme ve özgürlük yasalarının çıkarılmasıyla ilgili yasal düzenlemeleri gündemine alması pozitif barışın gerekliliğidir.
- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik entegrasyon modelini sürecin en önemli aşaması olarak nitelendiriyor. Demokratik entegrasyonun önünde siyasal, hukuksal ve toplumsal olarak ne gibi engeller bulunuyor? Bu engeller nasıl aşılabilir?
Demokratik entegrasyon çok basit bir şey anlatıyor aslında: Türkiye’deki herkes-Kürt, Türk, Alevi, Süryani, Çerkez-kendi diliyle, kültürüyle, inancıyla bu ülkenin eşit yurttaşı olarak yaşasın. Asimilasyon “sen Kürtçeni unut, Türk ol” der; demokratik entegrasyon ise “sen Kürt ol, o Türk olsun, birlikte demokratik bir cumhuriyet çatısı altında yaşayalım” der. Fark burada: Asimilasyon eritir, yok eder. Demokratik entegrasyon ise “sen sensin, ben benim, ama birlikte yaşayalım” diyerek farklılıkları zenginlik olarak görür. Bu ne bölünmedir ne de birinin diğerinin içinde erimesidir. Bir ormanda çam, meşe, kavak, söğüt hep birlikte durur; her ağaç kendi kökünden beslenir ama hepsi birlikte o ormanı oluşturur; demokratik entegrasyon da böyledir. Kürtler Kürtçe konuşsun, okulda kendi dilinde eğitim görsün, kendi kültürüyle yaşasın ama aynı zamanda bu ülkenin eşit, özgür yurttaşı olsun. Aleviler, Süryaniler, tüm inançlar da aynı şekilde. Devlet herkese eşit mesafede dursun, kimseye “benim gibi ol” demesin.
Demokratik Entegrasyonun önünde üç temel engel var. Birincisi siyasi: Türkiye’de hakim siyasal akıl “devlete zarar verir” diye demokratik talepleri görmezden geliniyor. Oysa demokratik entegrasyon der ki: Devlet halk için vardır, halk devlet için değil. İkincisi hukuki: Anayasa tek tip vatandaş dayatıyor. Farklı kimliklere ve inançlara yasal güvence yok. Üçüncüsü toplumsal düzlem: Yüz yıldır “Kürtler tehlikedir, bölücüdür” dendiği için toplumda korku ve önyargı yerleşmiş. Son elli yıldır da korkunç bir anti-toplumcu propaganda yürütülmüş. Toplumda oluşturulan bölünme ve kandırılma korkusu bir bariyere dönebiliyor. Bu engeller nasıl aşılır? Siyasi cesaretle, demokratik müzakereyle, yeni bir toplumsal sözleşmeyle ve hepsinden önemlisi, devletin demokrasiye olan korkusunun aşılmasıyla engeller aşılabilir.
Demokratik entegrasyon sadece Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye’nin demokratikleşmesidir. Kürtler özgürleşince Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, seküler ve mütedeyyin Türkler bile daha özgür olur. Çünkü kimse “devlete ters düşersem başıma iş gelir” korkusuyla yaşamaz. Herkes kendi dilinde konuşur, kendi inancını yaşar, kendi kültürü, yaşam tarzıyla var olur ve hepimiz eşit yurttaşlar olarak birlikte karar veririz.
Demokratik entegrasyon ne ülkeyi bölme ne de teslim olmadır. Demokratik bir cumhuriyet çatısı altında herkes kendi kimliğiyle birlikte yaşasın. Bu bir hayal değil; dünyanın birçok yerinde bu böyle işliyor. Türkiye de bunu başarabilir. Gerekli olan sadece siyasi irade ve cesarettir.
- Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile Şam hükümeti arasında QSD’nin entegrasyon görüşmeleri devam ediyor. Suriye ve Rojava’daki dinamikler buradaki Barış ve Demokratik Toplum sürecini nasıl etkiliyor?
Rojava-Şam hattındaki entegrasyon görüşmeleri şüphesiz tüm Orta Doğu’nun demokratik geleceği için kritik bir öneme sahiptir. Suriye’de Kürtlerin ve diğer halkların kazanımlarının anayasal güvence altına alınacağı demokratik bir modelin inşası, bölge barışını destekleyen ve Türkiye’deki sürece de pozitif yansıyacak bir gelişmedir.
Daha önce de altını çizdiğimiz bir durum vardı. Rojava’daki gelişmeler ile Türkiye’deki demokratik normalleşme birbirinin ön koşulu değildir. “Orada ilerleme olmadan burada adım atılamaz” veya tersi, süreci rehin alan bir bakıştır. Her iki kulvar kendi takvimiyle ilerlemeli; birbirine referans olabilir ama birbirini kilitlememelidir. Şam’daki çözüm ile Ankara’daki çözüm de ayrı dinamiklere ve hakikatlere sahip. Ortak yanlarını doğru değerlendirelim diyoruz. Her iki süreç de kendi özgün dinamikleri içinde, demokratik müzakere zemininde ilerlemelidir. Birindeki ilerleme şüphesiz diğerini de olumlu etkileyecek ve cesaretlendirecektir.
- Süreç devam ederken Federe Kürdistan bölgesi ve Rojava’ya asker göndermeyi 3 yıl uzatmak için meclise teskere sundu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barış ve Demokratik Toplum Süreci bir yıldır eksikliklerine rağmen devam ediyor. Bu sürecin devamı bile başlı başına kıymetlidir. Fakat süreci zora sokacak ve 27 Şubat Asrın Çağrısı’nın ruhuna aykırı adımlar atmak kimseye kazandırmaz. Tezkere çıkararak bugüne kadar Türkiye’ye daha fazla acı ve yoksulluktan başka bir şey getirilmedi. Bugün Meclise sunulan tezkere de farklı bir sonuç doğurmayacaktır. Bilakis sürece olan güvensizliği derinleştirme ve süreç karşıtlarını cesaretlendirme potansiyeli taşımaktadır.
- Hafta sonu HDP eski Eş Genel Başkanları Figen Yuksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile bir görüşme gerçekleştirdiniz. Görüşmede süreç ile ilgili hem Yuksekdağ’ın hem de Demirtaş’ın önerileri oldu mu?
Sürece dair son derece kapsamlı değerlendirmelerde bulunduk. Hem Figen Yüksekdağ hem de Selahattin Demirtaş çok net bir şekilde vurguladılar: Süreç tek taraflı adımlarla değil, karşılıklı güven verici adımlarla güçlendirilmelidir. Barışın toplumsallaşması için DEM Parti’nin verdiği mücadeleyi gördüklerini, ancak çok daha geniş toplumsal kesimleri ikna etmenin ve yanımıza almanın kritik önemde olduğunu ifade ettiler. Görüşmede her ikisinin de morallerinin yerinde olduğunu, mücadele azimlerinin hiç eksilmediğini gördük; bu bize de güç verdi. Arkadaşlarımız yaklaşık 10 yıldır haksız, hukuksuz bir biçimde ve siyasi saiklerle cezaevlerinde tutuluyor. AİHM kararlarının hiçe sayılması, hukukun açıkça çiğnenmesi karşısında hem Sayın Demirtaş hem de Figen Yüksekdağ tepkililer. Bu tutukluluğun devamı sürece olan güveni zedeliyor. Kendileri, aileleri, halkımız ve partimiz bu tarihsel haksızlığın bir an evvel sona ermesini talep ediyor. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın özgürlüğü, bu sürecin ciddiyetin ve samimiyetini güçlendirecektir.
- Meclis bünyesinde kurulan komisyon son dinleme toplantısının ardından hukuki taslak hazırlama sürecine girecek. Bu süreçte DEM Parti’nin bu noktada önerileri neler olacak?
Meclis komisyonunun hukuki taslak aşamasına geçişi, sürecin en kritik noktasıdır. DEM Parti olarak bizim yaklaşımımız, geçici veya konjonktürel düzenlemelerin ötesinde, kalıcı bir toplumsal barışı ve demokratik bir cumhuriyeti inşa edecek yapısal düzenlemeler üzerinedir. Uzun süredir hazırlıklarımız var, önerilerimiz ve dosyalarımız bitti denilebilir. 86 milyon için hakiki bir hukuk istiyoruz.
Önerilerimizin temelinde, Türkiye’nin demokratikleşmesi yatmaktadır.
Bunun yolunun özgür bir yurttaş yasası, demokratik bir toplum yasası ve genişletilmiş bir yerel demokrasi alanı ile olacağını belirtebilirim. Bu çerçevede, öncelikle ifade ve örgütlenme özgürlüğünün evrensel standartlarda, hiçbir kısıtlama olmaksızın genişletilmesi şarttır. Buna paralel olarak, tüm yurttaşlar için tam yargısal güvence ve adil yargılanma hakkının tesis edilmesi, yargı bağımsızlığı standartlarının tereddütsüz şekilde güçlendirilmesi gerekmektedir. Ancak kalıcı barış, sadece bu temel haklarla sınırlı olamaz. Bizim hedefimiz, gerçek bir toplumsal ve demokratik entegrasyon sağlamaktır. Bunun da yolu, merkeziyetçi yapıların aşılarak yerel demokrasi kapasitesinin artırılmasıdır. Tüm bu başlıklar, sürmekte olan demokratik müzakerenin bir parçası olarak ele alınmalı ve anayasal güvenceye kavuşturulması gerektiğini düşünüyoruz.
- Komisyonun Abdullah Öcalan ile görüşmemesi çokça eleştirildi. Sürecin baş müzakerecisini dinlenmemesi süreçte ne gibi riskleri beraberinde getiriyor?
Meclis Komisyonu’nun Sayın Öcalan’la şu ana kadar görüşmemiş olması büyük bir eksikliktir. Sayın Öcalan’ın komisyonun kendisini dinlemesiyle ilgili tutumu nettir. Buna büyük bir önem biçiyor. Komisyonun bu konuda eksiklik yaşamasını anlamak mümkün değil. Sayın Öcalan’la görüşmekten daha doğru olan başka bir görüşme yapamazlar. Komisyonun başmüzakereci olarak Sayın Öcalan’la görüşmeyi tabu haline getirmemesi gerekiyor. Sayın Öcalan’la görüşme durumunda korkulan, çekinilen ulusalcı tazyikin olmayacağını net şekilde görüyoruz. Bu açıdan da iktidar ve Meclis Başkanı rahat olmalı ve Sayın Öcalan’la görüşmenin süreci ileriye taşıyacağını görmelidir.
- Avrupa Bakanlar Komitesi de ‘umut ilkesi’ ile ilgili komisyonu işaret etmişti. Ancak hali hazırda bu konuda bir düzenleme yok. Sürecin başarısı için Abdullah Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesi için neler yapılmalı? Siz DEM Parti olarak hükümet yetkilileri ile bu konuda bir görüş alışverişiniz oldu mu?
Sayın Öcalan 26 yıldır cezaevinde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “umut hakkı” kararı artık uygulanmalıdır. Bu sadece hukuki bir gereklilik değil, çözümün ve müzakerenin de gereğidir. Şimdi gelin, basit ama çok önemli ve kamuoyunun önemli bir kesiminin de merak ettiği sorular soralım:
22 Ekim’de MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli, Sayın Öcalan’a seslenerek “PKK’yi feshetsin, umut hakkından yararlansın, Meclis’e gelip konuşsun” dedi. Öcalan, 27 Şubat’ta tarihi bir çağrı yaparak bu sese karşılık verdi ve PKK’ye fesih çağrısında bulundu. Hareketi de bu çağrıya uydu ve 11 Temmuz’da silahlarını yaktı. Peki şimdi durum ne? Sözünü tutan Öcalan, adım atan Öcalan, tarihi bir cesaret gösteren Öcalan. Şimdi umut hakkının sağlanması için daha güçlü bir irade ortaya koyması gerekmez mi? Söz verildi, karşılık geldi. Şimdi sıra, verilen sözü yerine getirmekte değil mi? Ama bırakalım umut hakkını 1 aydır komisyon İmralı’ya gitsin mi gitmesin mi tartışması yürütülüyor.
- Özgür iletişim ve çalışma koşulları olmadan sağlıklı bir müzakere mümkün müdür? İmralı’da sınırlı iletişim varken, avukatları ve heyet ayda bir bile düzenli görüşemezken, süreç nasıl ilerleyecek?
Sürecin asıl muhatabı içeride tutularak bu iş nasıl başarılacak? Ortada gerçekten bir haksızlık durumu da var. Haftada, ayda bir görüşme yapılarak yüzyılın meselesi çözülemez. Bu çözüm, uzun soluklu ve özgür bir iletişim ortamında olmalıdır.
Biz DEM Parti olarak bu soruları hem kamuoyu önünde hem de heyetlerimizin yaptığı görüşmelerde hükümete net bir şekilde ilettik. Umut hakkı sadece Öcalan’ın hakkı değil, çözüm ve barış bekleyen milyonların hakkıdır. 26 yıl yeterince uzun bir süre değil mi? Hukuk işletilsin, söz tutulsun, süreç ciddiyetle yürütülsün. Bunun için Sayın Öcalan’ın özgür iletişim ve çalışma koşullarının sağlanması sağlık bir müzakere için oldukça önem arz ediyor.
- MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli son grup toplantısında, Kürtlerin Cumhuriyet’in 100 yıllık tarihi boyunca inkar ve asimilasyona tabi tutulmadığını ileri sürerek, Anayasa’daki vatandaşlık tanımının değiştirilmesine karşı çıktı. Kürt inkarı olarak değerlendirilen bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
MHP Lideri Sayın Bahçeli’nin açıklamaları ile tarihsel somut gerçekler birbirinin zıddıdır. Danışmanları veya metin yazarları daha esaslı söz kurabilmeli bu konuda.
Şundan ötürü; Kürt meselesinin “bam teli”, yani tüm sorunların doğduğu ve beslendiği ana damar, tam da bu olmadığı söylenen “inkar retoriği”dir. Çok önemli bir soru olduğu için üzerinde önemle durmak istiyorum.
Bakın Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren kabul gören anlayış, “Kürt diye bir topluluk yoktur”dan “vardır ama kamusal varlığı tanınmaz”a evrilen bir sürekliliktir. Ya da tanıyarak dışlamaya varılan haldir. Bu süreklilik; hukuki–kurumsal, kültürel–dilsel, mekânsal–demografik ve siyasal–idari düzlemlerde somutlaştı. Binlerce örnek verebilirim. 1920’lerin Şark Islahat Planı ile başlayan iskân ve denetim politikaları; 1930’lar boyunca uygulanan yerinden etme ve toplu isim değiştirme pratikleri; 1980’ler ve 90’larda Kürtçenin kamusal görünürlüğünü yasaklayan düzenlemeler, köy boşaltmaları ve olağanüstü hâl rejimi; son yıllarda ise yerel iradenin kayyım yoluyla sistematik gasbı… Tüm bunlar “asimilasyon yoktu” diyen cümlenin karşısına, hukuki ve tarihsel bir külliyat olarak dikilir. Dağ Türkü olmaktan bugünlere geldik. Tüm bunlar edebi bir abartı değil, bu coğrafyanın canlı hafızasıdır.
İnkar, ne yazık ki geçmişte kalmış bir nostalji değildir. Bugün anadilde eğitimin hâlâ bir tehdit olarak görülmesi, halk iradesinin kayyım politikalarıyla gasp edilmesi ve en temel demokratik taleplerin “bölücülük” olarak damgalanması, bu asimilasyon çabalarının güncel halidir. Yani inkar süreci devam etmektedir. Dolayısıyla, tam da tarihi bir Barış ve Demokratik Toplum Süreci yürütülmeye çalışılırken bu açıklamalar sürece katkı vermez. Tam tersine daha fazla soru işareti ve kırılmalara yol açar. Çünkü barış dediğimiz şey, en temelde bir tanıma eylemidir. Madem inkar ve asimilasyon yok, o halde biz bugün neyi barışını, çözümünü tartışıyoruz? Müzakerenin temelini oluşturan tarihsel haksızlığı ve mağduriyeti yok sayarsak, hangi zemin üzerinde güven inşa edeceğiz? Bu açıdan, bu söylem barışın dili değildir.
Aracılığınızla şu gerçeğin altını çizmek istiyorum. İnkâr sürdükçe toplumsal hafıza sürekli incinir ve güven üretilemez. İnkâr sürdükçe müzakereci merkezler zayıflar; provokasyon ekonomisi güçlenir. İnkâr sürdükçe “eşit yurttaşlık” fikri içi boş bir retoriğe dönüşür.
Oysa bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, demokratik normalleşmenin başladığı bir denklemi açık seçik kurmaktır.
Kalıcı barışın harcı, yüzleşmedir; temeli ise tüm farklılıkların anayasal güvenceyle tanındığı, kapsayıcı ve demokratik bir cumhuriyettir. Kalıcı barış, yurttaşlık krizini aşmaktır.
Kürtlerin dili, kültürü ve iradesi tanınmadan kurulan her cümle eksiktir; eksik cümlelerle kurulan barış da ilk rüzgârda savrulur. Bu bağlamda Sayın Bahçeli’nin sözlerine hem sosyoloji hem tarih açısından, ama en çok da yaşadıklarımıza bakarak katılmamız mümkün değil diyorum. Kendisi ile bu konuları yüz yüze tartışmanın elbette daha sağlıklı sonuçlar üreteceğine, birbirimizi daha iyi anlayacağımıza inanıyorum.
HABER MERKEZİ









