Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü savaşta en çok Kürt basını ve gazeteciler hedefe almasını Banu Güvenle konuştuk:
Bu arabayı vuranlar içinde kim olduğunu biliyordu veya bilmeden vurdular. Her iki durumda da problem var. Bu insanlar gazeteci. Diyelim ki arabanın içinde kim olduğunu bilmiyordunuz. Bu da sorunlu. Çünkü yine siviller olabilir.
Nezahat Doğan
Hakikat yolu, aydınlığa yürümek, acıları bal eylemek, karşı tarafa dokunmak hep bir yürek ister cesaret gerektirir ve amaçtır. Özgürlük dildir, kimliktir, kültürdür… Zulmü göstermek, insanlık dışı yapılan savaşları, çatışmaları, yok edilen yaşamları ve hedef alınan dilleri insan olmayı yok sayan her sisteme ve düzene karşı duruştur gazetecilik. Nazım ve Cihan’ın yaptığı gibi… Onlar hakikati göstermek yolunda cesaretle yürüdükleri için hedef alındılar. Gazetecilik vicdanla yapılır. Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü savaşta bugün yine en çok Kürt basını ve gazeteciler hedefte.
Son dönemde yaşananları her zaman hakikati ışığa kavuşturma peşinde olan hakiki bir gazeteciyle; Banu Güven’le konuştuk.
- Gazetecilere yönelik sürece ilişkin öncelikle Nazım ve Cihan’la başlayacağım. Neden hedefe oturtuldular ve katledildiler?
Türkiye’de kamuoyunun görmediği bir taraftan savaşın, çatışmanın öteki cephesinden bildiriyorlardı. Anlaşılan o ki Türkiye, Suriye ile ilgili politikasının dışına çıkan ne varsa ortadan kaldırma, sindirme, susturma gibi bir politika güdüyor. Sahada olan da bu. Tişrin Barajı’nın çevresindeki çatışmaları takip etmiş iki gazeteci haberden dönerken bir arabanın içinde şoför arkadaşlarıyla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri ya da silahı her kim kullanıyorsa, bir SİHA ile vuruldu. SİHA ile vuruldukları da reddedilmedi.
Bu arabayı vuranlar içinde kim olduğunu biliyordu veya bilmeden vurdular. Her iki durumda da problem var. Bu kişiler Siviller ve ellerinde silahla dolaşmıyorlar. Onların görüşlerini, haber perspektiflerini beğenmeseniz de gazeteci olarak tanımlanan insanlar bunlar. Diyelim ki arabanın içinde kim olduğunu bilmiyordunuz. Bu da sorunlu. Çünkü yine siviller olabilir.
- Siviller hedef alınıyor, katlediliyor. İşini yapan gazeteciler yaptıkları faaliyetlerden ötürü “terörist” denilerek yargılanıyor, gözaltına alınıp tutuklanıyor? Bu durum neden toplumunun geniş bir alanına sirayet etti?
Bugüne kadar birçok insana terörist damgası vurulmuş ve pek çok gazeteciye terör propagandası yapma suçu yöneltilmiş durumda. AKP yandaşları bizim milli politikamızın dışında hareket edenler haindir, teröristtir, ajandır vesaire gibi düşünebilir. Bu söylemin içinde büyüyenler, inananlar ve işine gelenler bunu söyler. Nazım Daştan’ın da 2016’da hakkında bir soruşturma açılıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve terör örgütü propagandası ve üyeliği yaptığı söyleniyor.
- Nazım’ın o dönemde kamuoyuna yansıyan çok önemli ve güçlü haberler var. Sen ne gördün Nazım’ın haberciliğinde?
Nazım’ın haberlerinde net olarak ne yaşandığını gördük. Cizre bodrumlarını ve Sokağın ortasında günlerce kalan Taybet anayı gördük. Ekim 2015’te Suriye sınırında TSK askerleri ile neredeyse yarım saat sohbet eden IŞİD’liyi gördük. Zırhlı polis aracı arkasında cenazesi sürüklenerek çekilen Hacı Lokman Birlik’in haberi var. Antep’te öldürülen Suriyeli gazetecinin haberi var ve IŞİD, El Nusra, Ahrar çetelerine giden desteklere ilişkin haber ve yorumları mevcut. Bunların hiçbiri terör propagandası; terör örgütü kurma, yönetme, üyeliği ile alakalı şeyler değil ama yine de tutuklanıyor. Ancak mahkeme tarafından tahliyesine karar veriliyor. Tahliye olduğunda da “biz kalemimizi hakikat için oynatmaya devam edeceğiz” diyor.
- Ve daha sonrasında tüm baskılara karşı kendi mesleğini sürdürebilmek için Kobanê’ye geçtiler; sadece neden bu mu?
Burada 1992’de Ağrı Diyadin’de doğmuş bir genç adamdan bahsediyoruz. 1990’ların kirli savaş ortamında, etrafında yaşanan birçok hak ihlaline tanık olarak büyümüş, ailesinden de kayıplar veren ya da ailesi içinden de birilerinin hak ihlaline uğradığı bir insandan söz ediyoruz. Zaten o dönemlerde bölgede hak ihlaline uğramayan aile ve insan bulmak zordu. Kapsül’de bölgede gazeteci olmakla ilgili “Coğrafya haberdir” başlığıyla belgesel niteliğinde bir video yayınlanmıştı. Voys Media’nın Youtube’da izlenebilecek 12 dakikalık bir dokümanter diyebileceğimiz bir dosyası var. Burada bölgede doğmuş büyümüş Nazım Daştan yaşlarında meslektaşlarımızın perspektiflerinin memleketin batısında geleneksel devlet politikasına uygun bir şekilde yetişmiş, dünyası o şekilde şekillenmiş gazetecilerin yaklaşımından farklı olduğunu anlatılıyor. Çünkü onlar farklı bir realitenin içinde büyüyorlar. Aynı şekilde birçok gazeteci oradaki meslektaşlarıyla konuşmadıkları, belki de bundan korktukları için bu realitenin gerçekte ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemiyor. Tunca Öğreten ve Murat Baykara’nın bölgeden gazeteci arkadaşlarımızla konuşarak hazırladığı bu videoyu herkese izlemelerini öneririm.
- Türkiye’nin de dahil olduğu Suriye savaşı ve Türkiye’nin SMO – HTŞ ilişkisi manipülasyonlar, spekülasyonlar kullanılarak ve bir algı oluşturularak kamuoyuna iktidarın istediği biçimde gösterilmek istendi. Nazım Daştan’ın hedef olmasına oradaki gerçekliğe dair yaptığı haberler mi neden oldu?
Nazım Daştan ve Cihan Bilgin var şoför arkadaşlarıyla beraber bilerek vurulduysa bu sonuç çıkarılabilir. Nazım Daştan’ın haberlerini kimler okuyordu? Gerçeğe ulaşmak, çatışmanın diğer tarafından haber almak için her kaynağa gitmeyi prensip edinmiş insanlar ve gazeteciler için Türkiye’de o kadar çok yasaklı, ulaşılamayan ajans, web ve haber sitesi var ve Türkiye’de VPN’siz falan ulaşmak imkân dahilinde değil artık. Ama ben gazeteci olarak örneğin Suriye ile ilgili bir yorum yazacaksam bölgenin ve aktörlerin tavırlarını, çıkarlarını, gayretlerini, Suriye’nin resmi ajansını okumaya çalışıyorum. Gazetelerinde ne çıkıyordu? O eski rejimi de okumaya çalışıyorum mesela. Bunu birebir doğru olarak kabul etmek üzere mi? Hayır. Görmek istiyorum ne yazıldığını. Ama diğer tarafta Nazım ne yapıyor? Ya da Mezopotamya Haber Ajansı’nda ve başka birtakım ajanslarda ne var? Onu da görmek istiyorum.
- Gazetecinin görevi zaten bütün taraflarda ne olduğuna bakmak değil mi?
Evet, onu söylüyorum. Ben ona bakıyorum. YPG’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri’nin komutanı ne demiş? İran resmi haber ajansı ne diyor? Rusya’dan nasıl sesler çıkıyor. Çatışmanın bir tarafında tabii ki TSK var. Genelkurmay nasıl bir açıklama yapıyor? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ne diyor? İşte, İbrahim Kalın Emevi Camii’ne gitti. Neden orada namaz kıldı? Bütün bunları yorumlamaya çalışırım. Resmin bütününü görmek için bu şarttır. Ama sınırlı şekilde ulaşıyor olsa da çatışmanın öteki tarafından hakikate dair, o sırada sahada olana dair haber geçilsin istenmiyor.
- Bu haberlerin ve gerçeklerin görünmemesi için gazeteciler hedef oluyor. Peki Cihan Bilgin de bir kadın gazeteci olarak hedef alındı? Cihan’ın haberlerinin etkisi neydi?
Cihan Bilgin de 96 yılında bölgede doğmuş ve o da gene aynı koşullarda büyümüş. O da soruşturmalardan geçmiş ve o yüzden hakkında arama kararları vs. oluşmuş. O da yurt dışına çıkıp mesleğini sürdürmek istemiş özgürce. Bu insanlar her fotoğraflarında boyunlarında fotoğraf makinasıyla kendi fotoğraflarını çeken insanlar. Hayatlarını kendi hakikatlerini, duyulmayan hakikatlerini anlatmaya adamışlar. Hayatlarının anlamı bu olmuş. Dolayısıyla Türkiye tarafında işi bırakmak, sinmek, bu işten vazgeçmek, yani bu ideallerinden vazgeçmek ya da hapse girmek yerine çıkıp gazetecilik yapmanın son derece önemli olduğu başka bir yerde hayatlarını tehlikeye atarak mesleklerini yapmayı seçmişler. Ve onların yaptıkları haberlerin, gazetecilik yaptıklarının da tanıkları çok.
Mesela konuştuğu insanlar arasında eski PYD Eş Başkanı Salih Müslim de var. Gayet nesnel bir söyleşi. Bu söyleşi Türkiye’nin resmi söyleminin, milli politikalarının aleyhine olsa da bu insan öldürmek için bir sebep mi? Gazetecidir onlar. Gazeteci olup olmadıklarının ötesinde burada sivillerin öleceği ve gazetecilerin de olabileceği bilinerek maalesef hedef olmuşlardır.
- Sonuçta ister gazeteci olsun ister başka biri olsun sivillerin hedef alınması ve bunun da çok net biçimde ortaya çıkmış olması uluslararası hukuk ve içtihatlar açısından da suç değil mi?
Diyelim ki o araçta kim kimin olduğu tam bilinemiyordu. Ama biz orada şu kişinin olduğunu düşünüyorduk da o yüzden vurduk falan da denmedi. Terörist olduklarına kanaat getirilmiş ve o şekilde vurulmuş gibi. Aynı söylemi Erdoğan ailelerle görüştüğünde Roboski için kullandı, “onları bilemeyiz, nereden bilelim, terörist olabilir” diyerek. Roboski’de uçaklarla 34 kişi katledilmesine sebep olan mantık buydu. Maalesef soruşturulmadı ve üstü kapatıldı.
- Kürt basını ve özgür basının Nazım ve Cihan’ın katledilmesiyle ilgili eylem ve açıklamalarına ağır baskı ve şiddet uygulandı. Açıklama yapmak isteyen gazeteciler gözaltına alındı ve tutuklandı. Diğer tarafta, Nevşin Mengü ve Özlem Gürses gözaltına alındı. Gürses’e ev hapsi verildi. Bu iki durumu nasıl değerlendiriyorsun?
Son dönemde birbirinden çok farklı hayat hikâyelerine ve perspektiflere sahip olan gazeteciler belli bir ölçüde benzer muamele gördüler, gözaltına alındılar. Daha farklı şeyler de olabiliyor. Mesela bir taraf için çıplak arama konusu olabiliyor. Bunların hepsi, gözaltına almak da hak ihlali. Çünkü gazetecilik suç değildir. Özlem Gürses örneğine bakarsak, “Tamam, ben bir hata yaptım, dilim sürçtü,” demiş. Buna rağmen ev hapsi cezası verildi. Nevşin Mengü ise Salih Müslim ile söyleşi yaptı ve yayınladı diye gözaltına alındı. Sosyal medyada bir sürü tehditle karşılaşması sonrası bu sularda çok dolaşmamış bir gazeteci olduğu için belki endişe ederek “bunu çekiyorum,” dedi. Bu da onun açısından ilginç bir tecrübe oldu herhalde. Ancak yurtdışı yasağından kurtulamadı. Yani devlet, savcı ve mahkeme bu kadın gazeteci Suriye’ye bir daha gidemesin, İran’a da gidemesin, dedi. Sonuçta kamuoyu takipçisi sayısı olan gazeteciler de istenmeyen türden bir şey yapmaları söz konusu olduğunda çok sert bir şekilde susturuluyor.
- Bu durum sanki daha yoğun bir baskı döneminin başlangıcı gibi mi görünüyor? İktidar tarafında daha da sertleşen bir tavır mı var?
Sahaya çıkmak, sahada bir protesto dile getirmek aslında çok uzun süredir engelleniyor. Yani bir anayasal hak, sadece gazeteciler için değil, her kesim için anayasal hak olmaktan çıkarılıyor. İşçiler protesto yaparken gözaltına alınıyorlar, sürükleniyorlar, darp ediliyorlar. Kadınlara “oraya çıkamazsınız, oradan yürüyemezsiniz,” deniyor. Bununla mücadele ediyorlar. Gazetecilerin yazmalarına, konuşmalarına engel olunuyor, çalıştıkları yerler kapatılıyor, haberlerine erişim engeli getiriliyor. Sokakta herhangi bir hak ihlalini protesto ettiklerinde daha beterini yaşıyorlar, darp ediliyorlar. Fakat özellikle Suriye ekseninde çok sert ve katı uygulamaların cereyan ettiğine dikkat çekmek isterim. Çünkü Türkiye terörle mücadele adı altında Suriye’de birtakım hedefler koydu. Bu hedeflerin ve kendi Suriye politikasının dışına düşen, sınırlarını ihlal eden ne varsa bütün hepsini dümdüz etmek, ortadan kaldırmak gibi bir uygulaması var, bunu görüyoruz.
- Gazeteciliğin suç ve terör propagandası içine sokulması karşısında neden bir ortaklaşma olamıyor? Gizlenen gerçekleri kamuoyuna yansıtmak için ortak söz ve ortak dilin güçlendirilmesi gerekmiyor mu?
Şöyle düşünüyorum ve düşünüldüğünü de genel olarak biliyorum: Bunun tek bir yolu var, Hakikat… Tabii ki her gazeteci belli bir görüşe, perspektife sahiptir. Dolayısıyla gerçekte tamamen, yüzde yüz tarafsız bir gazetecilik de olamaz.
- Gazetecilikte olması gereken nedir?
Nesnel habercilik yapmak. Yani sahada ne görüyorsa ne alıyorsa bunları eğip bükmeden vermek. Ama hangi konulara bakar, sahada neyin peşinden gider? Bunları hep o gazetecinin içinde doğup büyüdüğü, yetiştiği ve işini yapageldiği koşullar, siyasi görüşü belirler.
AKP’nin dediğinin dışına çıkmayan, AKP iktidarı tarafından ortaya konan herhangi bir iddia, suçlama ve benzeri durumu araştırmadan kabul eden o kadar çok gazeteci var ki. Sen AKP seçmeni olabilirsin ama gazetecisin. Senin gazeteci olarak görevin, meselelere nereden bakarsan bak, her türlü iddiayı teyit etmeye de çalışmaktır. Türkiye’de bu ortadan kalktı gitti.
- Peki nasıl bir handikap oluştu? Nasıl bir resim var medyada?
Memleketteki kamplaşma ile iktidar ekseninde ve muhalefet ekseninde gazetecilik yapanlar şeklinde iki taraflı bir gazetecilik oluştu ve iki taraf için de durum bu. Bunlardan farklı olarak Türkiye sınırları dışında olan, pek görülmeyen, bölgeye dair, Kürtlerin daha yoğunlukta yaşadığı coğrafyaya dair gazetecilik var. Bu iki tarafta da hak ettiği ilgiyi göremiyor. Oradaki gazeteciler, oradan hakikati bildirenler ya da oradan birtakım iddiaları dile getirenler yok sayılıyor. Biz Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in başına gelen korkunç olaydan sonra onların aslında yok olmadığını, var olduğunu ama yok edilebildiğini gördük. Artık derdi gazeteciliğin hakkını vermek olan herkes birbirini görüp bir araya gelmeli ve meslektaşlar bir arada ortak bir ses çıkarmalı. Birtakım etiketlerle, kriminalize etme çabalarıyla ayrıştırılma tuzağına düşmemeli. Hep beraber haberin, haber yapma özgürlüğünün arkasında durmalı ve tepelerinde sallanan Demokles’in kılıcını şöyle bir itmeli. Bunu da ancak hep beraber olunursa başarılabilir.
- Gazeteciler olarak duruşun daha da güçlenmesi, “amasız ve fakatsız” herkesin bir arada olması önemli değil mi?
Herkesin aynı siyasi görüşlerde olmaları beklenemez. Böyle tek vücut, bir varoluş şekli yoktur ama gazeteciliğin değişmeyen bazı ilkeleri vardır ve herkes o ilkelerin peşinden giderse, derdi bu ilkelere göre gazetecilik yapmak olanlar bir araya gelirse, o zaman hep beraber daha güçlü bir direniş olur. Bu iktidarın hukuku kendi lehine yorumladığı yargı sistemi yoluyla gazetecilikle savaşmaya devam etse de en azından gözaltına alınan, tutuklanan gazeteci olduğunda yalnız hissetmez kendini.
- Gazetecilerde Bunun için bir irade var mı sizce?
Ben açıkçası bir irade oluştuğunu, oluşmaya başladığını gözlemliyorum ve bu konuda iyimser olmak için sebeplerimiz var. Ama daha geniş bir katılımla hem haber yapabilme hakkına hem de halkın haber alma hakkına sahip çıkmak gerekiyor. Bu noktada kamuoyuna da büyük iş düşüyor. Kamuoyu da bizim haber alma hakkımızı elimizden alamazsınız, ya da sivilleri öldüremezsiniz diyecek; gazetecilerin öldürülmesi üstü kapatılacak, onlar teröristti diyerek geçiştirilecek bir eylem değildir diyecek. Bakın, İstanbul Barosu Başkanı ve yönetim Kurulu ile ilgili bile soruşturma başlatıldı. Bu insanlar hukukçu ve başkanı Anayasa hukukçusu. Buna karşılık iktidarın tavrı gittikçe içerde çok sert politikalar izleyeceği bir döneme girildiğini gösteriyor. Dolayısıyla buna karşı da “bir dakika, ne oluyoruz?” demek gerekiyor. Bakalım bunu başarabilecek miyiz?
Banu Güven’in derdi ne?
Benim bir yurttaş olarak çok derdim var! Her şeyden önce şu memlekette on yıllardır on binlerce kayıp verilmesine sebep olan şu sorun bir çözülsün. Yani şu sorun diyorum çünkü buna Kürt sorunu demek de tanım olarak haksızlık geliyor bana. Yaşadığımız ve herkesin çok rahat ettiği bir çatışmasızlık dönemi, çözüm süreci ve barış dönemi vardı ama nihayete eremedi. Keşke tamamen bitse artık. Keşke düşmanca söylemlerle büyümekten kurtulsa insanlar. En başta de kadınlara yönelik şiddetin önüne gerçekten geçebilecek bir mekanizma kurulabilse. İstanbul Sözleşmesi’nden de çıkıldı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin önüne geçilebilecek bir döneme girebilsek, hayatımızın bir döneminde bunu görebilsek, bu mücadele bir sonuç verebilse. Çocukların yaşam hakkı ihlal edilmese yani insanca yaşayabilsek. Bütün bunlarla beraber kanunlar bir siyasi erkin işine geldiği gibi değil de gerçekten evrensel normlara göre hayata geçirilebilse, uygulansa. Türkiye’de herkesin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan daha demokratik bir anayasamız olsa. Derdim renklerimizle, kimliklerimizle bir arada yaşayabileceğimiz özgür bir ülke.