“29. Kürt isyanı”, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde başladı. 1991’deki Körfez Savaşı’yla bu isyanın ivme kazanacağını fark eden Özal, Kuzey ve Güney Kürdistan’ı birlikte kapsayan yeni bir devlet mimarisi eşliğinde savaşa fiilen katılarak Türkiye sınırlarını Musul ve Kerkük’e doğru genişletmeyi hedefliyordu. Yeni Osmanlıcılık ve İkinci Cumhuriyet tezleri, böyle bir atmosfer içinde dünyaya gözünü açtı.
Ama genelkurmay Özal’la aynı fikirde değildi. Türkiye savaşa girmedi ve güneyde oluşan Kürdistan Yönetimi’ne soğuk yaklaşıldı. Özal’ın Öcalan’la başlattığı diyalog ve ateşkes süreciyse devletin savaş lobisi tarafından şiddet yoluyla baltalandı. PKK’nin daha önce başlattığı tek taraflı ateşkesi iki ay daha uzattığını ilan edişinden iki gün sonra 17 Nisan 1993 sabahı Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “ani ölümü” gerçekleşecekti.
Cumhuriyetin ötekileri
Yaz, aşırı sıcaklar ve orman yangınları eşliğinde vuku bulan “millet sistemi”, “Türk, Kürt ve Arap”, “Lübnanlaşma kaygısı” gibi başlıklar altında hararetli bir tartışma atmosferi içinde geçiyor. Bu, bir tartışma olmaktan öte, yurttaşlık ve Türklük kavramlarını yeniden tanımlama ve bu yeni tanımlara uygun bir siyasi mimari uyarınca devletin yeniden inşası anlamında kapsamlı bir dönüşümün de başlangıcı anlamına geliyor. İkinci cumhuriyetçi ve yeni Osmanlıcı tezler, bu kez devletin derinlerinden yükseliyor.
Türkiye’nin siyasal yapısı, yakın zamana kadar cumhuriyet ideolojisiyle mühürlenmişti. Bu mührün yapıdan dışladığı kimlikler, yüz yıllık bir tanınma mücadelesi içinde oldular. İslamcılık, laiklik ilkesiyle birlikte modernleşme ve Batılılaşma ideallerinin kurbanıydı. Resmî ideoloji, dinin kendisini yasaklamamakla birlikte İslamcı kimliği baskılıyor, siyasi zeminin dışında tutuyordu.
Siyasal İslam, yüz yıllık mücadele içinde rejimin çatlaklarından içeri sızarak sürekli mevzi kazanmayı başardı. Sonunda iktidara geldi ve siyasal yapıyı İslamcı kimliğin temsiline sonuna kadar açarken resmî ideolojinin içeriğini de esnetti ve genişletti.
İslamcılıkla cumhuriyet rejiminin entegrasyonu, radikal bir değişimdi ama 28 Şubat darbesi, Ergenekon ve Balyoz tasfiyeleri gibi radikal momentleri olmakla birlikte zamana yayılmış tedrici ve evrimsel bir geçiş yaşandı.
Öte yandan Kürt halkının varlığı, resmi Türk milliyetçiliği tarafından sistematik olarak inkâr edildi. Resmî ideoloji, İslamcılıktan farklı olarak Kürtlüğün kendisini yasaklıyordu. “Kürdüm” demek bölücülüktü yani nesnel ya da sosyolojik varoluşun kendisi siyasi bir tehditti; gayrimeşru ve illegal.
Bu nedenle Kürtlerin siyasi temsili asla mümkün olmadı. Kürt kimliği siyasetin değil resmi şiddetin ve ceza yargısının konusu olabilirdi ancak. 1990’da HEP’in kuruluşuyla birlikte oluşan legal siyaset alanı, PKK’nin 1980’li yıllar boyunca sürdürdüğü silahlı mücadeleyle açılabilmişti.
Cumhuriyetin ötekilerinden birinin (İslamcı kimlik), ötekilikten kurtulması esnetip genişlettiği sisteme entegre olmasıyla mümkün oldu. Ama diğer ötekinin (Kürt kimliği) tanınması için bu yeterli değil: Düzeni kökten değiştirmek gerekiyor. Cumhuriyet rejiminin ideolojik, siyasi ve kültürel yapısı, Kürt kimliğini içerebilmek için radikal bir dönüşüm yaşamak zorunda. Anayasa, yurttaşlık kavramı, Türklük tanımı gibi temellerde önemli bir tadilatın ardından siyaset zemininin yeniden inşasını içeren bir dönüşüm.
Reform a la turca
Devletin tarihinde bu tür radikal reformların iç düzene yönelik olsalar da dış koşulların dayatması olmaksızın yapılmadıkları görülür. 1839 Tanzimat Fermanı, Kavalalı Mehmet Ali ve İbrahim paşaların komutasındaki Mısır güçlerinin İstanbul’a yürüyüp Osmanlı’yı çökertmesine ramak kalmışken Batılı devletlerden destek sağlamanın koşulu olarak ilan edildi. 1856 Islahat Fermanı’ysa Rus-Osmanlı savaşını sonlandıran Paris Anlaşması maddelerinden biriydi. Her iki reform manzumesi de dış siyasetin dayatması olmakla birlikte iç yapıya yönelikti.
Reformların bir başka özelliği, halkın fikri alınmadan resmi kararlarla uygulanan tepeden değişimler olmalarıdır. Modern tarihte cumhuriyetin ilanından “şapka devrimine” kadar birçok tepeden reform örneği mevcuttur.
Bugünkü radikal reform hamlesinin de dış gelişmelerin dayattığı bir zaruretten kaynaklandığı görülüyor. Tanzimat ve Kemalist “devrimler” gibi “terörsüz Türkiye” de ansızın gündeme gelen bir tepeden reform hamlesi niteliği taşıyor.
Bahçeli’de Özallaşma alametleri
Tanzimat, Mustafa Reşit Paşa’nın reformcu fikirlerinin dışavurumu olmaktan çok uluslararası şartların dayatması sonucu Osmanlı’nın devlet olarak vardığı değişim iradesinin beyanıydı. 1990’ların başındaki kısa yumuşama döneminin arka planında da uluslararası şartlar mevcuttu.
Ama Özal, devletin kolektif iradesinden çok kendi reformist tahayyülünün temsilcisiydi. 1990’ların MHP eğilimli devlet kadroları için Kürt savaşının devamı bir beka sorunuydu; CHP eğilimli kadrolar açısındansa üniter devlet yapısından taviz, vatana ihanet anlamına geliyordu. Bu durumda Özal, temsilci değil ancak devlet fraksiyonlarıyla Kürt hareketi arasında “arabulucu” olarak barışa ilerleyebilirdi. Olmadı.
Bahçeli açılımı, fikren ve şeklen Özal’ın hamlesiyle benzeşiyor. Ama bu kez İkinci Cumhuriyet ve Yeni Osmanlıcılık tezlerinin resmi kabul gördüğü ve devlet politikası olarak benimsendiği anlaşılıyor. Bahçeli, Özal’dan farklı olarak Kürt hareketiyle devlet arasında arabulucu değil bizzat devletin temsilcisi sıfatıyla hareket eder konumda.
Bu kez barış daha somut, daha muhtemel.