“Her şeyi renklendiren, hızlandıran, karara bağlayan biziz; hiçbir şey bitmedi, şimdiden kapanmadı, tamamen kurulmadı.”
- Bloch
Barış ihtiyacının kendisini dayattığı, fakat savaş ve şiddet aklının köşe başlarını tuttuğu bir dönemdeyiz. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, sendikacılar, siyasetçiler, hukukçular, iş insanları üzerinde OHAL dönemlerinden hiçbir farkı olmayan bir baskı uygulanıyor. Haber sitelerine engellemeler getiriliyor. Her hafta bir belediyeye kayyım atanıyor. Savaş ve şiddet sürüyor. Ve tüm bu baskı fırtınasının ortasında İmralı adasında barış görüşmeleri de devam ediyor.
Ne yapılmaya çalışıldığını anlamaya çalışıyoruz
Bu hafta kayyım sırası Kars’ın Kağızman ilçesindeydi. Kağızman belediyesine belirgin puntolarla “geçici bir tedbir” denilerek kayyım atandı. Kalıcı olması gereken halk iradesinin yerini, geçici ve belirsiz bir rejim aldı. Sormazlar mı, üç seçim dönemini kapsayan ve on yıldır devrede olan bir yönetim biçimi nasıl geçici olabiliyor?
Türkiye’de iktidardan farklı düşünen muhaliflerin üzerinde tırmandırılan baskı rejimi, Rusya’ya ithaf edilen hukuk diktatörlüğüne benzer bir hal almaya başladı. Mesele zihinsel ve sistemsel elbette. Bağımsız ve birbirini denetleyen kurumsallık çökertildi. Montesquieu üç yüz yıl önce “eğer bir yerde-yasama-yürütme yargı tek elde toplanırsa orada kıyamet kopar” demişti. Yıllardır Türkiye toplumu kıyameti yaşıyor.
Baskıların 1 Ekim’de başlayan süreçle bir ilişkisi var mı, bilmiyoruz, ama mevcut koşullarda iktidarın rızası olmadan hiç kimse baskı ve şiddet tekelini bu kadar keyfi şekilde kullanma kapasitesine sahip değil. Belli ki iktidarın 1 Ekim stratejisi şok edici darbelerle tüm toplumu aptallaştırmayı hedefleyen bir nizamı esas alıyor. Kayyım atamaları başta olmak üzere yeni despotik konsept doğrultusunda toplumun ufku daraltılmak isteniliyor.
Toplumun temkinli olma hali, denenmeye çalışılan süreci anlamayı içeren ve sıradan olmayan politik bir duruş. İnsanlar fazlasıyla rasyonel davranmakta. Arzular, duygular, sezgiler akıllıca yönetiliyor. İktidarın ön görülemeyen kırılgan stratejileri ve her şeye rağmen ayakta kalan ve direnen muhalefetin varlığı kitleleri politikleştirdi. Herkesin yolu politikaya düşmekte, politika yaşamsallaşmaktadır. Sanıldığı gibi toplum salt “evden işe, işten eve” rutininin nesnesi değil. Burada gözden kaçırılmaması gereken çelişki, politikanın kitleleri politikleştirmekte başarılı olması, sorun çözmekte yetersiz kalmasıdır. Sorunların çözümünün geciktirilerek gereğinden fazla ajitasyon ve propagandaya malzeme edilmesi siyasete olan güvenirliği düşürüyor.
Ne-nasıl olmalı?
Konjonktür meselelere tek taraflı ve bencilce davranarak anlaşılacak ve aşılacak bir konjonktür değil. Tarih, toplum, hakikat, bedel, ölüm, yaşam, merhamet, karamsarlık, umut, sorumluluk, haysiyet içe içe geçmiş durumda. Artık Kürt meselesinde radikal bir yüzleşmenin ve kabul etmenin zamanıdır. Türkiye’nin, 21. yüzyılın büyük riskleri karşısında toplumcu bir akılla meselelere bakarak ulusu toparlamaya ve demokratikleştirmeye ihtiyacı var. Riskleri aşmanın en somut yolu, tüm farklılıkları içeren, toplumun iç barışını güvence altına alan, demokratik toplum yurttaşlığını kabul eden kapsayıcı bir toplumsal sözleşmeden geçer.
Her iki taraf da sürekli hem savaşa ve barışa, hem müzakereye ve mücadeleye hazır olma halini deklare ediyor. Bu bazen meydan okumaya ve düelloya davet eden bir dile de dönüşebiliyor. Yıllardır içerde-dışarda büyük kışkırtmalara rağmen Kürt ve Türk halkı boğazlaşmadı ve ülkenin neredeyse her tarafında iç içe, yan yana yaşamaya devam ediyor. Her iki halk da meseleye sağduyulu yaklaşarak adeta halk bilgeliğiyle hareket etmekten vazgeçmedi. Siyaset kurumuna düşen görev, halk bilgeliğine denk düşen yolları tercih etmek ve hayata geçirmektir. İmralı’dan yapılacak açıklamadan sonra her iki tarafın barışa ve müzakereye çubuğu kıran bir söylem kurması büyük bir beklenti. Ama daha da ötesi ve önemlisi açıklama sonrasında AKP’nin hangi adımları atacağı. Kamuoyu şimdiden buna yoğunlaşmalı-odaklanmalı ve bu başlığı tartışmaya açmalı.
Kürt meselesiyle oyun oynama vakti çoktan geçti. Mesele her zamankinden daha fazla çözüme yakın. İktidar bu derin hakikati fazlasıyla anlamak ve idrak etmek zorunda. Zaman beylik lafların, tehditlerin, keyfi kararların, öfkeyi ve nefreti kışkırtmanın, tuzak kurmanın, ciddiyetsizliğin, tarihsizliğin, toplumsuz ve bencil bireyciliğin zamanı değil. Türkiye toplumunun kişisel egolara değil kolektif bakan toplumcu akla ihtiyacı var. Bu aklı inşa eden, bu akılla topluma selam verenler kazanacaktır.
Zayıf bir barış savaştan daha tehlikeli olabilir
O zaman barış büyük olmalı. Barışın, savaşı durduracak, hapishaneleri boşaltacak, kayyım yasasını değiştirecek, yoksulu doyuracak kapasitesi olmalı. Ve bunun için de barışın ruhu olmalı. Zira ruhsuz bir barışın kimseye faydası olmaz.
Simyacı adlı romanın asıl espirisi şuydu: Tüm çelişkilerin, zorlukların, olmazların ötesinde, eğer bir şeyi “isterseniz” bir toz bulutu bile sizi ileriye doğru iter; ama eğer siz o şeyi istemezseniz o toz bulutu bile sizin önünüzde devasa bir engele dönüşür. Çoban Santiago her aşamada isteğinden taviz vermediği için Mısır piramitlerine varabilmişti. Barışa her şeyden önce barışın kendisini isteyerek ruh verebiliriz.