Uzun bir kıştı. Savaş kapımıza dayanmıştı. Dickens’in İki Şehrin Hikayesi romanının girişine yazdıklarına benzer bir ruh hali sarmıştı Sur ’un, Cizre’nin, Nusaybin’in sokaklarını: İyi zamanlardı, kötü zamanlardı; akıl yıllarıydı, budalalık yıllarıydı; inanç yıllarıydı, inançsızlık yıllarıydı; ışık zamanıydı, karanlık zamanıydı; umut baharıydı, hüzün kışıydı; önümüzde çok şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu…
Böyle bir zamanda kentlerimiz bombalarla yerle bir ediliyor, halkımız kim bilir kaçıncı kez mevsimlik işçi yevmiyeleriyle inşa ettikleri derme çatma evleri terk etmek zorunda kalıyordu. Yine göç vardı. Bilenler bilir, göç Kürtler için ölümden daha beter bir cezalandırmadır. Onun için egemenler Kürtleri nüfus planlamalarıyla, zorla göçerterek en büyük cezayı kesmek istemişler.
Kürtler büyük cezaya meydan okumuş, uzaklara gitmemiş; tüm alçak zamanlarda yan yana yaşamaktan vazgeçmemişler. Sınırların ötesinde yaşayan bir akrabayı, bir dostu görmek için mayın tarlasından geçmeyi göze alanlara yıllarca dayatılan yabancı yurt öğretileri askıda kalmış; kimse Kürtleri bir başka yurdun bekçisi haline getirememiştir. Bu sebeple Kürt yurtseverliği nevi şahsına münhasırdır. Devlete, iktidara, cetvelle çizilmiş sınırlara değil; tarihe, topluma, ortak coğrafyaya dayalıdır.
Tüm bunlara rağmen Kürtler bugüne gelmiş, kendi yurdunda yaşamakta ısrar etmiş. Sur’dan, Nusaybin’den, Cizre’den göçenler de ataları gibi uzaklara değil, bir mahalleden bir iç mahalleye göçtüler, yurdu terk etmediler. Terk edilmeyen yurt meselesi diplomalı ırkçıları rahatsız etmiş olmalı ki hala Kürtleri göçle, nüfus planlamalarıyla tehdit etmekteler. Şêx Mürşit’in dediği gibi: Oğlum bavê we nikari bû!
Bunlar öfkeleri ve fantezileriyle halkları firavunlara köle etmekten öteye gitmeyen çakma Musalardır. Bu elit dalkavuklar, modernitenin kuyularından içtikleri zehirle sersemleşmiş, halkların barışından fazlasıyla tedirgin olmuşlar. Halkın aydınlanması ve barışının birçok egemenin tahtını sallayacağını biliyorlar.
Kentlerimize geri dönersek, o uzun kış günlerinde yeni bir hakikatle yüzleşmiştik. Bir şeyi yanlış kurgulamıştık. Modernite büyük bir yanılgıydı ve yanılgılar en şiddetli haliyle sokaklarımızdaydı. Savaşın durması için yaptığımız her şey sonuçsuz kalmıştı. O barış nereye kaçıyordu? Neden ellerimizin arasından kayıp gidiyordu? Ebedi barış falan…geçiniz! Neden sonuçsuz kaldığını sorgulayacak zamanımız yoktu, her reddediş, yeni bir karşı koyuşa dönüşüyordu.
Çaresiz hissetmek, insanlık durumunun belki de en trajik halidir. Öfke ise çaresizliğin nefes borusudur. Şehir bombalanırken yoğun sisin, çamurun ve yağmurun altında, Dicle nehrinin tanıklığında, kentin birçok insanının yüzüne kazınan çaresizlik, gecikmiş bir bedelin, aceleye getirilmiş bir intikamın öfkesiydi. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise, ne tuhaf, herkes çaresiz değildi. Çaresizlikteki eşitsizliği görmenin bilinci, haysiyetli insanları ayakta tutan potansiyel enerji işlevi görüyordu.
Kentlerimiz, tarih ve toplum ile birlikte yerle bir edildi. Aradan yıllar geçti; şimdi etin, kemiğin, kanın, çamurun üzerinde yükselen ve yeni bir cennete giden patikanın taşları bir kez daha örülüyor. Halbuki önceki patikalar da bizi aynı cennete götürecekti. Ancak barış halinde kalmaya ikna edemedik birbirimizi. Sormayın işte! Sahte barış sonrası o sert, kanlı, acımasız savaşta öyle sıradanları değil, en iyilerimizi kaybettik.
Bugünlerde barışlara olan ölümcül alışkanlıklarımızı sürekli bizlere hatırlatan, bizi durmadan tembihleyen bir baskı bombardımanı altındayız. Çünkü bugün yine ve yeniden tüm kanlı tertibatıyla donanmış zamanlardan kopup gelen bir barış var kapımızda. Öyle kırılmışız ki, öyle tedirginiz ki savaşın kapımıza dayandığı zamanın ruh haliyle karşılıyoruz bu yorgun barışı. Her zamankinden daha örgütlü ve kararlı olmamıza rağmen, kapımızda duran barış, hala savaş siluetinde beklemektedir; hala barışa benzememektedir. Halaysız, zılgıtsız, alkışsız bir barışa doğru yürümekteyiz.
O soğuk kıştan bugüne kaybettiğimiz çok şey var. İnsanların ne kaybettiğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz. O halde olası barış kayıplarımızı incitmeyecek kapasitede olmalı. Bir yandan barış konuşulurken diğer taraftan modern zamanın uzman ırkçılarının bizlere “hırt” demesi, hakeza bizim yaşam alanlarımızın, hatıra ve hafızamızın üzerinde babalarının malıymış gibi züppelik yaparak çizdikleri mühendislik taslakları onurlu barışın haysiyetli duvarlarına toslamalı. Bu zevat bizim kaderimiz hakkında söz kurmaktan men edilmelidir.
Biz ne yapmalıyız? Öncelikle Kürtler olarak ortak yaşama karar verdiysek ona göre yaşamayı bilmeli, bilmiyorsak öğrenmeliyiz. Yersiz, yurtsuz değiliz. Kimsenin evinde bahçesinde gözümüz yok. Kimsenin evi evimiz değil, bahçesi bahçemiz değil. Evimize, bahçemize göz dikenlere de hadlerini bildirmeyi öğrenmeliyiz.
Nasıl bir iklimden geçtiğimiz konusunda her zaman uyanık olmalıyız. Politika, ahlak, akıl, deneyim ve konjonktür bizlere bunu söylüyor. Dünya bizi konuşurken bizler kendimizi yeniden, yorulmadan yeni ve özgür yaşam için inşa etmeliyiz. Bunun yolu yeni yaşamın öznesi olabilmekten geçiyor. Her Kürt yeni yaşamı doğru anlamadığı sürece önce başkasına, sonra kendisine yük olmaya devam edecektir.
Uzun bir kıştı. Savaş kapımıza dayanmıştı. Bugün kapıda yine barış var. Savaşın içinden sıyrılıp gelmiş, kan-ter içinde kalan barışa bir kez daha kapılarımızı açalım. Martin Luther King’in dediği gibi ya birlikte kardeş gibi yaşamayı öğreneceğiz ya da aptallar gibi hep beraber yok olacağız.