11 Mart 2009 günü dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kürt sorunuyla ilgili ilerleyen günlerde çok iyi şeyler olacağını söyledi. Kısa süre içinde Gül’den benzer bir cümle daha duyuldu: “Kürt sorunu Türkiye’nin birinci sorunudur ve mutlaka halledilmelidir”. Bu sırada Oslo’da MİT ile PKK arasında bazı görüşmeler olduğu yolunda haberler de konuyla ilgilenen çevrelere ulaşıyor ama kamuoyuna yansıtılmıyordu. Öyle görünüyordu ki İçişleri Bakanı Beşir Atalay barış süreci işine memur edilmiş, Kürt siyasetçiler, Meclis’teki partiler, basın mensupları ve akademisyenlerle görüşmeler ve toplantılar düzenlemeye başlamıştı.
O yılın Ağustos ayında, İrlanda barış süreci hakkında yaptığım bir araştırmanın özeti, bianet.org’da iki bölüm halinde yayınlandı. Orada, Türkiye’de başlatılan “açılım”la yaptığım karşılaştırmada önemli bir farkın altını çizmiştim:
“Kuzey İrlanda barış süreci, bürokrasi, genelkurmay ve siyasetçilerin hemfikir olduğu bir devlet politikası olarak başlatıldı ve hem Muhafazakar hem de İşçi Partisi hükümetleri tarafından aynı doğrultuda sürdürülerek sonuçlandırıldı. Türkiye’deyse an itibarıyla barış süreci bir devlet politikası niteliği kazanmış değildir. Özellikle muhalefetin meseleyi ‘vatan hainliği’ derecesine kadar abartan ifadeleri, barış süreci konusunda bir konsensüs oluşturmak üzere daha çok yol alınması gerektiğinin göstergesi.” (bianet.org, 18 Ağustos 2009.)
19 Ekim 2009’da Habur sınır kapısında yaşananlar, Kürt tarafının önemli bir jesti olarak görülmesi gerekirken dönemin muhalefetini oluşturan Deniz Baykal CHP’si ve Devlet Bahçeli’nin MHP’si tarafından büyük tepkiyle karşılanacak; CHP, Beşir Atalay hakkında gensoru önergesi verecek, Bahçeli de sık sık “Açılım tuzağına düşmeyin” uyarısında bulunacaktı. Bunlar henüz olmamışken yukarıda sözünü ettiğim yazıda şunlar söylenmişti:
“Burada şunu da not etmek gerekiyor ki Türkiye’nin muhalefet liderleri, yalnızca kendi seçmenleri değil, devletin önemli bileşenleri adına da konuşuyorlar. Bunlardan başta geleni hiç kuşku yok ki Genelkurmay. İlker Başbuğ’un son basın toplantılarından birinde ‘pişman teröristler için rehabilitasyon merkezleri kurulması’ gibi ifadeler kullanmış olduğunu unutmayalım. Bu şartlar altında, muhalefet liderlerinin el ele kaldırmakta oldukları kazan, asker-bürokrat elitlerin gerçek bir barışa ikna edilmesi yönünde alınması gereken uzun yolun sembolü olarak okunmalıdır. Devletin farklı kanatları arasında bir anlaşma sağlanarak Kürt barışının bir devlet siyaseti halini alması sağlanmaksızın barış süreci, İngiltere-Kuzey İrlanda barışına kıyasla çok büyük zorluklar içerecektir.”
Birinci perde nasıl kapandı?
“AKP Önderliğinde Kürt Açılımı” adlı dramanın birinci perdesi, 4 Şubat 2011 günü gerçekleşen KCK operasyonuyla kapanır gibi oldu. 41 Kürt aydını ve siyasetçisi, “dağ kadrosunun şehir yapılanması” olmak iddiasıyla tutuklanarak hapse atıldı.
Ama kısa süre içinde perdenin yalnızca yarılanmış, tam kapanmamış olduğu anlaşıldı. Bunda, Kürt tarafının barıştan yana gösterdiği kararlılık yanında AKP tabanı ve yönetimindeki belli kesimlerin barış ısrarı da etkili oldu.
Kürt siyasetçilerin ve hükümet görevlilerinin İmralı adasına ziyaretleri devam etti ve Öcalan’ın önemli katkılarıyla bir yol haritası oluşturuldu. Bu arada CHP yönetimi değişmiş, Kılıçdaroğlu önderliği barış karşıtı feryatların sesini biraz kısmayı başarmıştı.
Ama MHP ve Genelkurmay cenahında değişen bir şey yoktu: “Çözüm sürecinde kırmızı çizgiler aşılırsa gerekli cevabı veririz” (Necdet Özel, 30 Ağustos 2014).
Devlet içinde süren çatışmalar, sık sık yargı ve siyaset sahnesine yansıyor, AKP yönetiminin, özellikle Erdoğan’ın çelişkili ifadelerinde dışa vuruluyordu. 2015 Şubat ayı sonunda, hükümet yetkilileriyle Kürt siyasetçiler arasında Dolmabahçe toplantısında sağlanan anlaşma, 2015 Newroz’unda Öcalan’ın barış çağrısının okunmasıyla zirve noktasına ulaşacaktı. Bu mektup, PKK’ye silah bırakmayı da içeren yeni bir strateji belirlemek amacıyla bir kongre toplama çağrısı içeriyordu. Büyük yankı ve umut uyandırdı.
Ama açıklamanın hemen ertesinde 22 Mart 2015 günü Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe’de karşılıklı imzalanan protokolü demokratik bulmadığı için kabul etmediğini açıkladı. Birinci perde, işte o gün tamamıyla kapanmış oldu. Oyuncular kulise dönerken izleyiciler umutsuzluk içine düşmüşlerdi.
İkinci perde ve ihtimaller
Aradan geçen on yıla yakın zaman zarfında, devlet mimarisinde olduğu kadar asker ve sivil bürokrasi içinde de önemli değişiklikler meydana geldi. Bu değişimlerin çok demokratik yöntemlerle gerçekleştiği iddia edilemez. Ama sonuçta ordu ve yargı kurumlarında, kadrolar ve işleyiş sistemleri de dahil olmak üzere topyekûn bir yeniden-yapılanma gerçekleşti.
CHP eğilimli kadrolar vakti geldikçe birer birer emekli olurken yerleri “liyakatsiz” fakat AKP yönetimine sadık şahıslarca dolduruldu. MHP, muhalefeti bırakıp iktidar ortağı pozisyonu alarak devlet içindeki kadrolarını korumayı ve yine kendi kadrolarıyla yenilemeyi başardı. AKP rejimine yeri geldiğinde en büyük desteği ve gerekli gördüklerinde de en büyük hasarı vermeye muktedir Fethullah Gülen cemaatiyse yargı ve ordu başta olmak üzere devletlû mevkilerden tasfiye edildiler.
1 Ekim 2024 günü, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis’te konuşma yapmaya davetiyle ‘AKP önderliğinde Kürt açılımı’ adlı dramanın ikinci perdesi, işte böyle bir arka-plan önünde açıldı. Sahne hareketli ve heyecanlı gelişmelere gebe olduğu konuşuluyor.
İlk perdede “Erol Taş” olarak tanıdığımız Bahçeli, bu kez “Hulusi Kentmen” olarak karşımızda. CHP lideri Özgür Özel de “Ne tıkayan oluruz ne bozan oluruz” ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla “drama queen” rolüne razı görünüyor.
Türkiye’yi ve Kürt toplumunu mutlu son mu yoksa yeni bir trajedi mi bekliyor? İkinci perdenin sonuna kadar yaşayarak anlayacağız. Ama, başta alıntılanan 2009 tarihli yazıda değinilen önemli bir fark ortadan kalkmış gibi görünüyor: “Asker-bürokrat elitlerin gerçek bir barışa ikna edilmesi yönünde alınması gereken uzun yol” kat edilmiş; barış, artık bir devlet iradesi halini almış olabilir.
Ama bu aşamada bu kadar net bir gözlemde bulunmak doğru olmayacaktır. Bundan sonra barış girişiminin önünde iki ana sorunun yattığını göreceğimiz uyarısıyla bitirmek doğru olur: Birincisi, bu kez süreç, ilkinde olduğundan çok daha fazlasıyla Kuzey Suriye ve Rojava Kürt yönetiminin kaderine endeksli olacaktır. İkincisiyse, bu sürecin rejimin sahipleri tarafından kısa vadeli siyasi kazanç ve daha da otoriterleşme aracı olarak kullanılma riskidir.