Bazen böyle olur. Birbirlerine taban tabana zıt süreçler aynı anda yükselişe geçer. Bir yanda faşist süreçler bir yanda halk hareketi yükselişte. Özellikle kampüslerden yükselen isyan hali şimdi farklı biçimler alarak kitleler içerisinde geziniyor. Faşizm el yükseltirken halk güçleri de el yükseltiyor, konum almaya, belirleyici olmaya çalışıyor.
Diğer yandan Kürt halkının mücadelesinin tarihsel seyri içerisinde henüz tüm boyutlarıyla kavrayamasak da yeni, yepyeni bir dönemin içerisine giriyoruz. Kürt halkının yüz yıla yayılan mücadelesinde, son isyanın öncüleri silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı almışlardır. Bu karar doğru ya da yanlış olarak değerlendirilmekten öte bir anlam taşır: mücadele yeni bir faza geçmiştir. Bu da beraberinde sosyalist harekete şu misyonu yükler: Yeni olanı kavramak ve onun içerisinde uygun konum almak.
Faşizm inşası el yükseltmek amacıyla 19 Mart’ta Türkiye halklarına şu ana dek gerçekleşen pratiklerin ötesinde bir sertliğe sahip koşullar dayattı: Seçimlerin tamamen karikatürize edildiği, düzen içerisinde de alternatiflerin tasfiye edildiği, reisin ömrü yettiği ölçüde hükmettiği bir ülke.
Bu dayatmaya karşı yükselen isyan şimdi yakın tarihi belirleyici bir enerji taşıyor. Aslında bakarsanız isyan yeni gelmedi, geri geldi. Neoliberal pratiklerin yarattığı ağır tahribatlarla rejimin kendi kriz dinamiklerinin yani ülkenin kuruluşundan bu yana gelen ve dönem dönem kırılganlıklar yaratan çarpıklıkların 21. yy Türkiye’sinde bütünleşmeleriyle oluşan genel bir kriz halindeydik. Bir yandan yoksulluk ve soygun düzeni bir yandan inanç ve ulusal kimlikleri inkâr eden, çarpık gelişmesi nedeniyle de her türlü darbeye ve reisçilik/şefçilik dayatmasına da son derece meyilli bir siyasal rejim ile karşı karşıya idik.
Sermayenin birikim stratejisi de her dönem bu topraklarda, tam da bu çarpıklıkla, demokrasisizlikle iç içe geçerek şekillendiği için bugün geleceksizlik, yoksulluk ve faşizm dayatmalarına karşı mücadele eden gençlerle, on binlerce siyasal temsilcisi cezaevinde olan ve yine binlerce gencini savaşta kaybeden Kürt halkı aynı üretim ilişkilerinin mustaripleridir aslında.
Osmanlı’dan devamla kurulan ordu, bürokrasi ve sermayenin özgün kaynaşmasından oluşan bu tarihsel blok günümüz dünyasında birçok krizle zorlanmakta, yer yer tıkanmakta ve bu tıkanıklıkları aşmak için birtakım adımlar atmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda düşünüldüğünde 19 Mart darbesi ile egemenlerin adına paradigma değişikliği dedikleri “süreç” tikel düzeyde birbirinden bağımsız görünse de aslında söz konusu tıkanmaların ürünü olarak ortaya çıkan fenomenler.
Bu fenomenler şimdi yeni bir dönemin kapısını araladılar. Aynı anda faşizm ve halk mücadeleleri yükseliyor, Kürt halkı yılların mücadele birikimini kazanımlar elde ederek yeni bir döneme taşıyor.
Yükselişte olan halk mücadelesinin de başlayan müzakerelerin de bir garantisi olmadığı gibi birincisinin sönümlenme ve düzene içerilme ikincisinin de tıkanma yaşaması olasılık dahilinde.
İşte bu noktada aynı üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin sonucu olarak halk güçlerinin kader ve mücadele birliği bir kez daha kendisini hatırlatıyor. İşçi sınıfının kanı üzerine kurulan emek rejiminin, Alevilerin ve Kürtlerin inkârına dayalı siyasal rejimin ya da patriyarkal/kapitalist tahakkümün yeniden üretimi hep aynı noktaya yani tarihsel bloka çıkıyor.
İşte kader ortaklığının kökenleri bizleri mücadele ortaklığına ve strateji ortaklığına götürüyor. PKK’nin aldığı silah bırakma kararının yanlışlığı ya da doğruluğu üzerine tartışmalar yürüyedursun ya da ulusalcı hezeyanlarla Lozan tartışması yapıladursun hatta “barış olacak ne de güzel olacak” yaklaşımıyla siyasal elitlere bel bağlayan liberal iyimserlik de bir yana dursun, halk güçlerinin stratejisi demokratik cumhuriyete çıkar.
Demokratik cumhuriyet, “şimdi ne olacak, şimdi ne yapmalı, her şey nasıl şekillenecek” gibi bir sürü haklı sorunun biraz da dondurduğu bilinçlere panzehirdir. Kimin ne şekilde adım atacağından bağımsız, barış/demokrasi sürecinin örgütlenmesi görevi var. Siyasal elitlere, iktidardaki güçlere devredilecek bir inisiyatif yoktur. Barış ve demokrasi hattından ilerleyen bir siyasal ve toplumsal sürecin öznesi zaten o mücadeleyi yürütenlerdir, bu düzenin madunlarıdır.
Şayet gerçekten bir sonuca ulaşılmak isteniyorsa, şu ya da bu düzen partisiyle yapılacak kaçınılmaz görüşmeler ya da anlaşmalar halkın yürüttüğü böylesi bir mücadelenin “tamamlayıcı ögesi” olacak konuma yerleşmeli, hak ettiğinden daha fazla ağırlık ya da misyonla yüklenmemelidir. Zaten bu bir seçim değil, gerçekliğin iz düşümüdür. Düzen partilerden medet umanlar hüsrana uğramaya mahkumdur. İşte bu noktada vurgulamamız gerekir ki, 19 Mart’tan 12 Mayıs’a uzanan süreçte kurulmak zorunda olan bir eksen vardır.
O eksen adil bir barışın, halkçı bir demokrasinin omurgasını oluşturabilecek nesnel yegâne güçtür. Barış ve demokrasi sürecinin toplumsallaşmasını sağlayabilecek ve inisiyatif geliştirebilecek tek garanti halkın ortak bir strateji etrafında örgütlülüğüdür. Geri kalan her şey ikincil kaygılardır.