Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı entelektüel, felsefi, teorik yoğunluğuyla bilindik kalıpların dışında düşünmeye ve eylemeye davet ediyor. Bu davete icabet etmek entelektüelin sorumluluğu değil midir? Özellikle ‘zamanın ruhu’ ve devrimci tahayyül üzerine yoğunlaşmanın tam da sırası değil mi?
Harun Çınar
27 Şubat 2025 tarihinde açıklanan Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan mahiyetiyle tarihsel öneme sahip. Öcalan bu çağrıyla dünya devrimler tarihine geçen bir metni deklare etmiş oldu. Kısa olduğu kadar yoğun bir ağırlığa sahip olan metnin arkasında muazzam bir teori, pratik ve müktesebat saklı. Tıpkı imbikten süzülen bir esans misali sözcükler, kavramlar, çözümlemeler oldukça titiz bir biçimde özenle kullanılmış. Bu yönüyle Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın pratik politik anlamı çok büyük. Ancak bunun yanı sıra sahip olduğu bu derin felsefi background, üzerinde çokça durmayı ve düşünmeyi gerektiriyor.
Zeitgeist: Öcalan vs. Hegel
Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın ruhuna sinmiş felsefi-teorik bir mesele var. O da Zeitgeist yani “zamanın ruhu”. Metin esas itibariyle Zeitgeist’la diyalog ile örülmüş demek abartı olmaz. Çünkü Zeitgeist çağrının politik çözümlemelerinin gizli öznesi konumunda. Öcalan, çağrıda söze reel sosyalizm deneyimleriyle başlayarak PKK’nin bu ideolojik-politik koşullarda kurulduğunu ifade ediyor. “PKK; tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları, Kürt realitesinin inkarı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur” diyor. Ardından da bu basıncın zamanla olumsuz sonuçlar da doğurduğunu ifade ederek “teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde” kaldığı belirlemesini yapıyor.
Hatırlatmak gerekirse Zeitgeist, Hegel felsefesinin en temel kavramlarından biri. Hegel’in ontolojisinde kendinden menkul olarak tarif edilen Tin, kendisini tarih yoluyla var kılar. Tin, zamanın ruhu haline gelerek belirleyici bir zemin oluşturur. Tin, her türlü eylem ve düşüncenin gizli öznesi halinde kendi gündemini dayatır. Hegel böylelikle insanlığın düşünce tarihinin müzmin özne-yapı meselesinde tavrını ortaya koymuş, bireyin ya da kolektif öznenin pratiği kendi iradi eylemi olarak görmesinin bir yanılgı olduğunu kast ederek bireyi ya da kolektif özneyi “tarihin bilinçsiz aleti” konumuna indirgemişti. Tarih kılığına giren Tin’in özgür iradeye alan tanımadığını “reel olanı rasyonel, rasyonel olanı reel” haline getirdiğini savunmuştu. Yani Hegel tarih felsefesi özelinde billurlaştırdığı total felsefesinde ontolojiyi Tin’in esaretine sunarak değişmez sınırlar ilan etmişti. “Felsefe var olanı düşüncede özetler” diyerek sadece pratiği değil entelektüel düşünsel faaliyeti de kendinden menkul bir “zaman” ile zincirlemeye kalkışmıştı. Zamanı Tin’i ontik formu olarak sunduğu bu felsefi inşada, işaret ettiği had sınırıyla ontolojiyi duyusal gerçekliğin alanına hapsetmeye de yoğun gayret sarf etmişti.
Ancak Öcalan’da ontoloji, tarih felsefesi, özne-yapı gerilimi, diyalektik meselesi Hegel’den farklı ve zıt. Özellikle Hegel’in Tin’i, yok edici diyalektiği, pozitivizmi ve iktidar obsesyonu Öcalan’ın temel Hegel eleştiri hattını oluşturuyor. Öcalan’a göre Hegel ortaya koyduğu yok edici diyalektik yaklaşımıyla diyalektiğin süreğen mücadeleye sahip Zerdüşti muhteviyatını ıskalar. Var olanı mutlaklaştıran ontolojisiyle modern paganizm olan pozitivizmi besler. Bu teorik muhalefetten hareketle Öcalan’ın Hegelyen Zeitgeist yaklaşımının dışında ve karşısında saf tuttuğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın altmetni olan “zamanın ruhu” meselesi de farklı bir muhtevaya sahip. Bunu özellikle Öcalan şahsında politik pratiğin Zeitgeist’la karşılaşmalarından da takip etmek mümkün.
Karşılaşmalar: ‘İlkelerde katı, pratikte esnek’
Her şeyden önce Öcalan tarihsel bir özne ve lider olarak bizzat siyasetin özgürleştirici potansiyeline yürekten inanıyor. İnanmanın da ötesinde bunu bizzat 50 yıllık siyaset pratiğinde yarattığı devasa halk hareketi ile hayata geçiriyor. Siyaseti özgürlüğün, kadın özgürlüğünün, toplumsal özgürlüğün biricik yolu olarak görüyor. Örneğin kendisinin Demokratik Uygarlık Manifestosu başlıklı 5 ciltlik metinlerinde sıklıkla anlattığı “Ahlaki ve Politik Toplum” önermesi tam bu zeminden hareketle, toplumun gerçek anlamda politikayla buluşması halinde özgürleşeceğini savunan bir kalkış noktasına dayanıyor. Dolayısıyla politikanın özgürleştirici gücünü temel alan bir düşünce ve pratiğin Hegel’in gerek bireysel gerek kolektif özneyi ve iradeyi yok sayan Zeitgeist’ıyla aynı koordinatlara denk düşmesi imkân dahilinde değil.
Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nda özellikle PKK’nin içerisine doğduğu zemin bağlamında örtük bir biçimde içerisinden konuştuğu “zamanın ruhu” politik pratiği boğmuyor. Zeitgeist politik pratiği kendisine tabi kılan bir köle-efendi diyalektiğine işaret etmiyor. Öcalan bizzat kendi politik mücadele serüveninde yarattığı halk ve mücadele gerçekliğiyle Deleuzyen “politikanın var oluşu belirlediği” tezini hayata geçirerek Hegelyen ontolojiyi pratikte boşa düşürmüştür. Öcalan bizzat kendi şahsında Hegelyen ontolojiyi ve dolayısıyla Hegelyen Zeitgeist’ı tarumar eden tarihsel bir öznedir.
Hatırlanacak olursa Öcalan kritik zamanlarda PKK’nin dönüşümünü gerçekleştirmişti. 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından partisini yeni döneme hazırlamış, 1993’te ideolojik ve pratik yenilenme sürecini başlatmıştı. Yine 8 Ekim 1998’de başlayan Uluslararası Komplo döneminde hareketini o kasırgadan çıkarıp yeniden organize etmişti. Şimdi de 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı Operasyonu ile hızlanan gelişmeler Ortadoğu’da ve dünyada siyasetin bizzat kendisinin yeniden dizaynını fişeklerken majör bir biçimde radikal yeniden inşanın, yeni bir başlangıcın ilanını yapıyor. Çünkü Öcalan Zeitgeist’a boyun eğmeden etkileşim halinde taktiksel yenilenmeye gidiyor. Dolayısıyla Öcalan’ın pratiği bizzat Zeitgeist’a karşı devrimci direnişi, kaçış çizgilerini simgeler. Özgürlüğü zorunluluğun kavranması olarak tarif eden Hegel’e karşı, aksine özgürlüğün nabzının zorunluluk olarak sunulana karşı mücadele olduğunu düşünür. Aksi takdirde Soğuk Savaş döneminde kurulup da Soğuk Savaş sonrası dönemde varlığını hem de büyüterek ve genişleyerek sürdüren benzer başka bir hareketin varlığından söz etmek ihtimal dahilinde olmazdı.
Tam da bu noktada Öcalan’ı anlamanın önemli anahtarlarından biri olan ve kendisini tarif ederken söylediği “ilkelerde katı, pratikte esneğim” sözünü de devreye sokmak gerek. Öcalan zamanın ruhu ile olan diyalogunu bu mottoda olduğu gibi geliştirir. Tüm taktiksel hamleleri esasen aynı ilkenin yeni varoluş biçimleri kazanmasını ifade eder. Bu nedenle Öcalan’ın politik pratik serencamı “biçim değiştiren süreklilik” olarak ifade edilebilecek bir karaktere sahip olagelmiştir. Asrın Çağrısı olarak da nitelenen bu çağrının entelektüel anlam arkeolojisini yürüttüğümüzde de bu gerçek karşımıza çıkar. Kürdistan devrimi yeni yol ve başlangıçlarla devam ediyor.
Devrimin ufku: Ölçek sorunu
Zamanın ruhu bağlamında ilkelerde ısrarın ve fakat buna karşılık bu ilkelerin pratik biçimi hususundaki esneklik, Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı bir başka açıdan daha açımlamak için de önemli bir olanak sağlıyor. Bu da, metinde yer alan “ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır” belirlemesi. Bu belirlemenin PKK’nin 20. Yüzyıl’da yaşanan iki dünya savaşının, soğuk savaşın ve reel sosyalizmin zemininde ortaya çıktığı vurgusuyla birlikte ele alınması gerekiyor.
Özeleştiri de içeren bu ifade, özelde Kürdistan devriminin pratik biçimi ve ufkuyla alakalı. Daha genel düzeyde ise ulusların kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşme formlarına ilişkin. Şu bir gerçek ki Lenin’in üzerinde çokça durduğu ulusların kendi kaderini tayin hakkı, reel sosyalizm deneyimlerinin varlığı koşullarında ulus-devlet kurma amacıyla eşitlenmişti. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının kullanılmış olması ulus-devlet kurmak ya da federatif yapıya sahip olup olmamakla özdeşleştirilmişti. Bir halkın özgürlüğü ulus-devlet sahibi olmak ile eşitlenmişti. Ulus-devlet, ulusal karakterli hareketlerin telos’unun hudutlarını belirlemişti. Bir halkın özgürlüğünün sağlamasının mutlak biçimi olarak muamele görmüştü. Devrimci, sosyalist mücadelenin ölçeği şaşmaz bir biçimde ulus-devlet olarak kabullenilmişti.
Aslında Westphalia Sistemi’nin mutlak hükmünü sürdüğü sözü edilen dönemde ulus-devlet kurma hedefi dünya sistemiyle uyumluydu. Modern dünyanın politik örgütlenme ölçeğinin ulus-devlet olması, sistem karşıtı hareketlerin de bu verili durum üzerinde faaliyet göstermesini beraberinde getirmişti. Dolayısıyla sözü edilen dönemde PKK’nin ulus-devlet kurma hedefi dünya sistemi ve onun politik ölçeğiyle tutarlıydı. Ancak Westphalia Sistemi’nin yerini Post-Westphalia Sistemi olarak tarif edilen sürece bırakmaya başladığı bir tarihsel aralıkta ulus-devlet telos’unu mutlaklaştırmak realiteyle uyum göstermeyen bir hale gelmişti. Öcalan’ın bu sistemik dönüşüm karşısında yani ulus-devlet formundaki politik ölçeğin değişip aşındığı bir tarihsel aralıkta, ulus-devlette ısrar etmenin tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamadığı sözünün sistemik açılımının anlamı burada saklı.
Öcalan bir halkın özgürlüğünün koşulunu ulus-devlete sahip olma kriterinden kurtarmak istiyor. Dahası, ölçek sorununda ezber bozan bir adım atarak ölçeğin kapsama alanını radikal bir revizyona tabi tutuyor. Devrimci ufku daha ileri bir noktaya taşıyarak büyütüyor. Bunu yaparken de Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün kültürel bir çözüm çerçevesi içerisinde apolitikleştirilmesi girişimlerine karşılık bizzat siyasetin özgürleştirici potansiyelini çağırıyor. İlkelerdeki ısrarını değişen ve dönüşen sistemik bağlamla diyalog halinde pratik somutluğa tahvil ediyor.
Tüm bu yönleriyle Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı entelektüel, felsefi, teorik yoğunluğuyla bilindik kalıpların dışında düşünmeye ve eylemeye davet ediyor. Bu davete icabet etmek entelektüelin sorumluluğu değil midir? Özellikle “zamanın ruhu” ve devrimci tahayyül üzerine yoğunlaşmanın tam da sırası değil mi? Küresel kapitalist sistemin arayışı tüm şiddetiyle devam ederken, enerji ve ticaret hatları üzerinden muazzam bir hegemonya mücadelesi yaşanırken, dost-düşman ikiliği yeni içerikler kazanırken, Ortadoğu’da ideolojilerin, siyasal öznelerin ve coğrafyaların dönüşümü söz konusuyken hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilebilir mi? Sosyalizm, demokratik toplum, devrim, yeni bir karşı hegemonya, yeni bir enternasyonal meselelerini en hakiki şekilde tartışmanın zamanı gelmedi mi?