Tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek silahlarını barış için yakan 30 canın silahsız olarak dimdik karşımızda olmalarının sevincini yaşarken, onların bundan sonraki yaşamlarının hukuki ve siyasi çerçeveye kavuşması mücadelesini devir almıştık. Ne de olsa tanıklık sorumluluktu
Hüseyin Küçükbalaban*
Ömrünün kırk yılını şiddet, çatışma, savaş ve bunun sonucunda ortaya çıkan toplumsal, siyasal travma ve krizlerle geçirmiş bir birey olarak barışa yolculuk, barışa tanıklık daveti büyük bir huzur ve sevinç hissi yaratıyor içimde. Şüphesiz temsil ettiğim İnsan Hakları Derneği’ne davetin gelmiş olması da ayrıca sevindiriyor beni. Barış mücadelesi verirken faili meçhul cinayetlere kurban giden arkadaşlarımız geliyor gözümün önüne; bir yandan da ömrü bu günleri görmeye vefa etmeyen yöneticilerimiz, üyelerimiz ve barış emekçilerinin çırpınışları…
Barış mücadelesinde büyük emek ve çaba sahibi olan, barış için her türlü bedeli ödemekten çekinmemiş onlarca MYK üyemizin savaş ve güvenlikçi politikaların sonucu olarak hukuksuz yargılamalar neticesinde aldıkları yurtdışına çıkış yasağı yaptırımları bu tarihi törene katılacak arkadaşları belirlememiz aşamasında yeniden gerçekliğimiz ile yüzleşmemizi sağlıyor. Nihayetinde derneğimizi temsil edecek üç arkadaşı belirliyoruz. Mutlaka kadın temsiliyetinin olması gerektiği konusunda hemfikiriz.
Kısa bir süre sonra gidiş planımız için organizasyonu yapan DEM Parti’den görevlilerce aranıyorum ve gidiş dönüş planım özenle yapılıyor. Yola çıkmadan önce son günümde genel merkezimizde ve Ankara şubemizde üyelerimiz, yöneticilerimiz ve yakın çalışma arkadaşlarımızla paylaşıyorum heyecan ve sevincimi. Kısık sesle de olsa geçmiş deneyimleri yaşamış arkadaşlarım başıma bir şey geleceği kaygılarını paylaşıyor benimle. “Barış için istedikleri kadar yatarım hapiste” sözüyle dağılıyor kaygılarımız. Buna rağmen ayrılırken herkese sıkıca sarılarak helallik ister gibi vedalaşıyorum. Saatimi barışa kuruyorum. Sabah erken kalkmalıyım ve bir an önce barışa tanıklık için yola çıkmalıyım. Başıma bir şey gelirse de barış yolunda gelsin telaşındayım. Barışa kurduğum saatimin beni uyandırmasından daha erken uyanıyorum. 10 Temmuz 2025 günü sabah saat 09.40 Şırnak uçağıyla Ankara’dan giden bir grup arkadaş ile Şırnak’a ulaşıyorum. Aynı özenli organizasyonla karşılanıyoruz ama ben rutin dışına çıkmak zorunda kalıyorum. Çünkü İHD Şırnak şubemizin üye ve yöneticileri, barışa yolculuk ve tanıklık edecek derneğin Eş Genel Başkanını İHD’ye özgü usulle karşılamak istiyor. Bir demet barış çiçeğiyle karşılanmak ayrı bir sevinç ve güven veriyor bana.
Buluşma noktası Amed olan arkadaşların yola çıkıp çıkmadıklarını birkaç kanaldan öğrenip teyit etmek istiyoruz. Çünkü savaşın ve çatışmanın en yaralı ilçelerinden biri olan Cizre’de buluşmak ve bir an önce barışa tanıklık etmek için yol almak istiyoruz. Amed’den gelecekleri beklerken Cizre’nin yaralı sokaklarını dolaşıyoruz, “şurada bir çatışma oldu, şurada bodrumlarda siviller katledildi, şurada günlerce giriş çıkışlar yasaklandı” gibi tanıklıklar ve yiten yaşamlar içime doluşarak barışa yolculuğa benimle yola çıkıyor. Daha şimdiden barış yolculuğuna götüreceğim yüklerim ağırlaşmıştı. 10 Temmuz saat 18.00’de Cizre’den barış yolculuğu için yola koyuluyoruz. Hemen öncesinde Şırnak Şubemizin organizasyonu ile Barış Anneleri’ne bir demet barış çiçeğini takdim ediyoruz ve her anı fotoğraflarla kayıt altına alıyoruz. Barış Anneleri’nin yanan yüreklerine rağmen ısrarla barıştan yana tutum almaları tanıklığımıza ayrı bir güç ve güven katıyor. Cizre halkı ve şehir dışından gelen barışseverler Habur Sınır Kapısı’na kadar araçlarıyla ve zafer işaretleriyle bizi uğurluyorlar. Onların da yüreklerindeki barış arzusunu hem günceme kaydediyorum hem de barışa yolculuk çantamda onlara yer açıyorum.
Habur Sınır Kapısı’na geldiğimizde önce pasaportlarımız görevlilerce toplanıyor bilgi verildiği ve bizlerin geçebileceğimiz söyleniyor. Ama bir süre sonra teker teker prosedüre tabi olarak her şeyimizle güvenlik kontrolünde geçeceğimiz haberi geliyor. Uzun kuyruklar oluşuyor güvenlik noktalarında. Rutin kontrol ve biyometrik testlere rağmen, görevli polis memurunun yanında başka bir görevli tarafından ayrıca pasaport ve her birimizin resminin çekildiği işlem gözümden kaçmıyor. Neyse ki barış yükümüz ve fiziki varlığımız X-Ray cihazından ve gayri resmi kayıtlardan sorunsuz geçiyoruz. Mezopotamya Ajansı muhabirinin bizim kadar şanslı olmadığını otobüslerimize bindiğimizde öğreniyoruz.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarına giriş için pasaport kontrol noktasına geldiğimizi, bölgesel yönetim bayraklarından anlıyoruz. Yeniden pasaportlarımız toplanıyor ve sıraya girmeyeceğimiz söyleniyor. Pasaportlarımızı görevlilere veriyoruz ve yoğun güvenlik önlemleri altında karşılama ve resmî tören alanına yönlendiriliyoruz. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden çok sayıda kadın ve erkek yetkilinin bulunduğu bir alana geliyoruz. Kalabalık alana geldiğinde katı resmî tören kuralları barışa feda ediliyor ve her gelenle tokalaşma ve tanışma karnavalına dönüşüyor. Muhtemelen üst düzey devlet yetkililerinin karşılandığı ve ağırlandığı şatafatlı bir salona alınıyoruz. Çay ve su ikramları eşliğinde basının görüntü almasına izin veriliyor. Pasaport işlemlerimizin bittiği haberi ile kalkıyoruz. Salon önünde DEM Parti yetkilileri ile Bölgesel Yönetim yetkilileri barış dileklerini açıklıyor ve Erbil’e gitmek üzere yola koyuluyoruz. Havanın kararmasına üzülüyorum, Kürdistan coğrafyasını izleyebilseydim ne güzel olurdu diyorum.
Yanımdaki barış yolcusuyla Alevi kurumları ve sendikaların yeterince katılmadığını gözlediğimizi birbirimizle paylaşıyoruz. Davet edildiler mi acaba diye de kendimize sorarak. Bir yandan herkesin barış yolculuğunda olması gerektiğini düşünürken bir yandan da geçmiş barış çabalarının akamete uğramasının ardından yaşanan tutuklama, gözaltılar ve işten atmalarla dolu bilinçaltımız bizi susturuyor. Savaş ve çatışmalarda hayatını kaybeden yakınlarımız, tanıdıklarımız geliyor aklıma onlarda bugünü görebilselerdi, acaba onlar yarın olacakları gönül gözüyle de olsa görecekler mi soruları, otobüsün loş ışıkları altında gözümden akan gözyaşlarına eşlik ediyor. İnanç insanın tahayyül sınırları içindeki bir duygudur diyorum. Göreceklerine inanıyorum diyorum kafamdaki sorulara cevaben.
Yüksek katlı ışıklandırılmış binaları görmeye başladığımda Erbil’e vardığımızı anladım. Kapitalist metropollerin sembolü ve “Dubai Olma” arzusunun bir tezahürü olarak yüksek katlı şatafatlı binaların sandığımdan daha da çok olduğuna tanıklık ediyorum. Bir yandan da bu yüksek katlı binalarda yaşayanlarla, normal yerleşimlerde yaşayan insanlar arasındaki gelir ve sınıf farkının ne kadar büyük olduğunu düşünüyorum. Türkiye‘de de şubeleri olan bir otele gece saat 00.00 sıralarında yöneliyor otobüslerimiz ve burada kalacağımızı, geç de olsa akşam yemeği yiyeceğimizi öğreniyoruz. Yemekten sonra sabah 06.00’da uyanacağımız ve en geç 07.00’de yola çıkacağımız, yetişemeyenlerin beklenmeyeceği bilgisi paylaşılıyor bizimle. Erbil’e kadar gelmişim ve otobüsü kaçırdığım için bu önemli törene yetişememişim kabusuma gecenin 01.00’inde çalan telefonum eşlik ediyor. Açtığımda yüreği bizlerle olan ve bu töreni sabırsızlıkla bekleyen, haberleri pür dikkat takip eden İzmir’den İHD’li kadın bir avukatın “abi haberlerde bir şey duydum siz iyi misiniz” sesiyle kâbusum meraka dönüşüyor. Biz iyiyiz, oteldeyiz cevabımın arkasına ne olmuş, bir şey mi olmuş sorularımı ekliyorum. Süleymaniye (tören bitinceye kadar tüm barışseverlerin ve Kürtlerin göz bebekleri) de dronlarla bir güvenlik noktasına saldırı olmuş cevabı geliyor karşıdan. Barışa ve törene sabotaj mı, pusu mu sorularıyla biz iyiyiz ile kapatıyorum telefonu. Hemen sosyal medyayı ve Türkiye’deki tüm kanallara ayarlı televizyonu açıyorum. Dinlediklerim ve okuduklarım şimdilik barışı tehlikeye atacak bir durumun olmadığı yönünde şekilleniyor.
Tekrar otobüsü kaçırma kâbusu yapışıyor yakama, sabah hızlı davranmam için çantamı hazırlamalıyım diye düşünüyorum. Peki böylesine önemli tarihsel bir törende ne giymeli? Törenler özel günler olduğundan özenle giyinmek gerektiğini düşünüyorum. Sevgili onursal genel başkanımız Akın Birdal’ın bedenindeki altı kurşun yarasına rağmen “beyaz gömlek” tutkusu geliyor aklıma. Sırt çantama özenle yerleştirdiğim barışın simgesi beyaz gömleğimi çıkarıyorum. Üzerine ceket giyerim düşüncem elli dereceye varan hava sıcaklığı altında eriyor. Saatin yeniden gecenin 03.00’ü olduğunu fark ediyorum. Saatimi yeniden barışa kurarak uyuyorum. Hızlı bir kahvaltıdan sonra, gideceğimizin yere otobüsle gitmenin mümkün olmadığı bilgisiyle daha küçük araçlara yönlendiriliyoruz. Onlarca aynı renk araç ve onlarca güvenlik eskortuyla yola diziliyoruz. Şimdi konvoyumuz barış katarı halini almış durumda. Arazinin yarattığı görüş açısından önümüzdeki ve arkamızdaki araç konvoyunu heyecanla merakla izlerken, elim telefonuma uzanıyor ve kamerayı sabitleyebildiğim ölçüde başta İHD’nin dahil olduğum gruplarında ve İHD’yi temsilen dahil olduğum STK gruplarında çektiğim fotoğrafları paylaşarak onların da bu duygularıma ortak olmasını istiyorum. Aracımızın tesadüfen eski ve yeni İHD üye ve yöneticilerinin bindiği bir araç olduğunu sevgili Ayla Akat Ata’nın dikkati sayesinde fark ediyoruz. Barışa tanıklığa giderken neden aracın sessiz olduğundan yakınıyor Ayla başkan ve tutturuyor Kürtçe şarkıyı kadife sesiyle.
Barış töreni alanına varmadan son bir mola talebi geliyor iletişim bilgisi grubuna ve mola veriliyor barışa tanıklık etmemize 30 dakika kala. Bu esnada DEM Parti yetkililerinden “Barış töreninde derneğimizin de içinde yer alacağı sınırlı sayıdaki kuruma yakılacak silahların envanteri ile 30 kişilik gerilla grubunun kimlik bilgilerinden oluşacak listenin verilmek istendiği” haberini alıyorum. Hızlıca yaptığımız değerlendirme sonucu bu törenin bir parçası olmaya hazır olduğumuzu belirtiyorum. Evet en çok İHD bu savaşın tanıklığını yaptı, şimdi bir barış umudu belirmişken en çok barışa tanıklık İHD’ye yakışır diye düşünüyorum. Şüphesiz dört otobüsten oluşan yaklaşık 140 kişilik bu heyetin hepsi gözlemci olarak gelmişti. Şimdi İHD olarak aldığımız teklif ise bunun ötesinde bir şey olmalı diye düşünüyorum. Dukan kasabasını ve belki de kasabaya adını veren Dukan Gölü’nü izliyor ve birkaç fotoğraf almaya çalışıyorum. Araçtan inerken telefonlarımızın araçta bırakılması uyarısına itirazsız uyuyoruz. Uymadığımız her kuralın barış töreninin etkisini azaltacak bir davranış olarak görüyoruz. İHD Eş Genel Başkanı burada mı sizinle tören konusunda konuşmak istiyoruz haberiyle heyecanlı bekleyişim törenin sorunsuz bitmesi görevine evriliyor. 11 Temmuz 2025 Cuma günü saat 10.20 sıralarında indiğimiz tören alanı mitolojik çağda özel bir güne hazırlanmış bir Agora hissini uyandırıyor bende. Mitolojik olanla anı/gerçeği ayıran birkaç objenin varlığı zaman tünelinde olmadığımı bana hatırlatıyordu. Misafirler ve protokol için ayrılmış bölümün yan tarafında yetkililerle yaptığımız görüşmede (İHD, ÖHD, TİHV temsilcileri) törenin başlama saatinden, grubun geleceği yön, grubun alana girdiğinde nereden geçip ne yapacaklarına, bizim nerede duracağımıza ve ne zaman yerimize geçeceğimize, listelerin üç kişilik kurum temsilcisinden kime verileceğine, konuşma yapıp yapmayacağımıza kadar her türlü detay defalarca tekrarlanmış ve sorumuzun olup olmadığı sorularak hiçbir ayrıntının tesadüflere bırakılmayacak kadar titiz davranıldığı hissi ve aldığımız sorumluluğun önemi bir kez daha bilincime çıkmış oldu. Grubun geleceği istikametin sağında, üzerine çıktıkları sahnenin ise solunda hazırlanmış özel bir hazne herkes gibi benim de dikkatimi çekiyordu.
Duracağımız yer konusunda son anda bir değişiklik yaşandığını törenin bize bildirilen başlama saatinin sarkmasından ve yakınımda süren diyaloglardan anlamış oldum. En nihayetinde yerimiz netleşti ve saatler 11.23’ü gösterdiğinde tarihin derinliklerinden çıkış yapar gibi bir gerilla grubunun zirvesi göğe ulaşan dağın altındaki Casene Mağarası’ndan alana doğru büyülü gelişini görüyorum. Nefes almadan bir filmin en heyecanlı sahnesini izler gibi bütün gözlerin bu gelişe odaklandığını görüyorum. Slogan vb duyguların dışa vurulmaması gerektiği Kürtçe, Soranca ve Türkçe anonslarla duyurulmuş olmasına karşın duygularını sloganlarla dışa vuranların olması rüyada olmadığımı hatırlattı bana. Grubun en önündeki kişinin basındaki fotoğraflarından tanıdığım Besê Hozat olduğunu görmek heyecanımı daha da arttırıyor. Grubun hazırlanmış sahneye çıkışı ve yakıcı güneş altında kusursuz ve sabırla duruşu törenin tarihselliğini bir kez daha hatırlattı bana. Grup liderleri Türkçe ve Kürtçe hazırladıkları tören konuşmasını yaparken; bir yandan da her iki metnin çoğaltılmış versiyonlarının katılan herkese dağıtılması kusursuz bir törende olduğum hissini daha da kuvvetlendirdi. Metinlerin okunmasından sonra Besê Hozat’ın ilk sırada sahneden inmesi ve elindeki silahla sahnenin solunda ve bize ayrılan yere oldukça yakın karşımızda duran hazneye yönelmesi ve silahını haznenin içine namlusu yukarı doğru dik olacak şekilde bırakması, akabinde şarjörleri tutan palaskasını da çözerek özenle hazneye bırakması, arkasında takip eden her gerillanın aynı ritüeli tekrarlaması savaş tanrılarına savaşı durdurması için sunaklarda kurbanlar kesilmesi mitolojik ritüellerini getirdi aklıma. Burada sunak taşına konulan şey ise silahlardı. Silahlar barışın gelmesi için yakılıyor ve yok ediliyordu. Ritüelin 30 kez tekrar edilmesi ise dinsel bir ayinde ne kadar çok dua okunursa, dilek o kadar kuvvetle kabul olur yargısını bana hatırlatıyordu. Son gerillanın da silahını ve palaskasını özenle yerleştirmesinden sonra izin verilen kameralar hazneye odaklanmış ve ayinde hiçbir şeyin kayıt dışında kalmaması telaşı içine girmişti. Alandaki yüzlerce gözün tamamı da tümü beş metrelik alanı kaplayan hazneye yönelmişti. Havada görebildiğim helikopterler ve göremediğim belki başka gözetleme araçları hepsi beş metrelik hazneye odaklanmıştı. Hazreti Musa’nın susuzluktan kırılan kavmine su bulması mucizesi gibi bu küçücük hazneden barışın fışkırmasını bekliyordu herkes. Bakışlar odaklanırken birbiriyle kesişiyor birinin göremediğini diğeri kayıt ediyordu hafızalara. Ne de olsa yolda bu kısacık ritüel saatlerce konuşulacak ve kaçırılan şeyler ortak hafızaya aktarılacaktı. O nedenle gördüklerimizi birbirimize borç olarak verecek ve ortak hafızamıza kaydedecektik.
Grup liderleri Hülya Oran (Besê Hozat) ve Nedim Seven (Behzat Çarçel) ellerine aldıkları tahta parçaları ile haznenin başına geçmesi kötü ruhları kovma ayininin zirvesinde olduğumu bana hatırlattı. Bu arada grupta bulunan ve elinde bir dosya olan isim listesinden isminin Mehmet Demirer (Tekin Muş) olduğunu tahmin ettiğim gerilla komutanı silahını ve palaskasını hazneye özenle bıraktıktan sonra bulunduğumuz alana yönelmiş ve elindeki listeyi tüm meraklı bakışlar altında benim de içinde bulunduğum üç kurum (İHD, ÖHD, TİHV) temsilcisine teslim etmiştir. “Bu listeleri sivil toplum örgütlerine vermek istiyoruz. Bundan sonra barış için sivil toplum örgütlerinin daha çok çaba içerine girmesini umut ediyoruz” sözlerine karşılık silahların yakılmasının önemini belirtiyor ve barışın inşası için üzerimize düşecek sorumlulukları yerine getirme konusundaki kararlığımızı üç kurum temsilcisi olarak tekrar ediyoruz. Kutsal ayinin bir parçası olduğumu rüyada olmadığımı basın mensuplarının ne verdiler, görebilir miyiz sorularına muhatap olunca bir kez daha hissettim. Soranlara cevabımız tabi ki “Barış Emaneti” verildi. Tarafların rızası olmadan kimseyle paylaşmayacağız oldu.
Hazneye dökülen yanıcı madde ile tutuşturulan silahlar adeta Demirci Kawa’nın Dehak zulmünden kurtuluşun simgesi olarak yakmış olduğu Newroz ateşi etrafında olduğum duygusuna yöneltti beni. Elli dereceye varan iklim sıcaklığı ile hazneden yükselen ateşin ısısı birbirine karışırken; güneşin ve ateşin çocukları da bu ateş etrafında barış istediklerini duyurmaya çalışıyordu. Ermiş olduğuna inanılan kişilerin ateşi elleriyle karıştırdıkları ve yanmadıklarına inanan bir inancın talibi gibi hissediyordum kendimi.
Tanıklık ediyorduk. Sorumluluk alıyorduk, söz veriyorduk, silahlar barış için sussundu. Savaş tanrılarını sunaklarda daha çok silahı yakarak kötülük yapmamaları, savaş çıkarmamaları için ikna edebilirdik. Tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek silahlarını barış için yakan 30 canın silahsız olarak dimdik karşımızda olmalarının sevincini yaşarken, onların bundan sonraki yaşamlarının hukuki ve siyasi çerçeveye kavuşması mücadelesini devir almıştık. Ne de olsa tanıklık sorumluluktu. Hakikate bağlılıktı.
Katılan herkesi tarihin derinlikleri ile mitolojik dönemlere götürüp getiren barış ayininin bittiğini sahnedeki kahramanların geldikleri yöne doğru süzülüşlerinden anladım. Meraklı bakışlarımı arkalarından inatla devam ettirdim ancak görüş ufkumdan çoktan kaybolmuşlardı. Acaba ne hissediyorlardı şimdi? sahnenin seyirci, tanık protokolü bölümünde oturanlardan ne bekliyorlardı? Bugünün anısına neden herkesle resmiyeti aşan duygu paylaşımına girmediler? Tüm bu sorulara dönüş yolu boyunca bildiklerimi, yaşadıklarımı, tanıklıklarımı anımsayarak cevap vermeye çalıştım.
Böyle olması gerekiyordu
*İHD Eş Genel Başkanı