Bugün yapılması gereken, ‘barışı olmalı mı olmamalı mı?’ sorusu etrafında demagoji yapmayı bırakıp ‘barışı kim inşa ediyor?’ sorusunu sormaktır. Çünkü savaş, yıkım üzerinden yükselir, barış ise inşa üzerinden. Ve inşa, yalnızca özgürleşmiş bir toplumun işidir
Sinan Cudi
Bölge yeniden hareketli. Şam ve QSD hattında dillendirilen temaslar, Türkiye’de güvenlik siyasetine dönüş işaretleri, dış güçlerin yeniden pozisyon alışları… Her şey, Ortadoğu’da barışın halen bir “diplomasi masası” olarak ele alındığını gösteriyor.
Ama toplumun özneleşmeden barışı kalıcı kılamayacağını da biliyoruz.
Rojava’daki toplumsal sözleşme deneyimi bunu açık biçimde gösterdi: barış, silahların susması, kadın meclislerinin kurulması, ekolojik hakların yasalaşması, halkın kendini yönetme iradesinin tanınmasıdır.
Barışın kurumsal karşılığı olmazsa, barış bir “dönem” olarak kalır. Oysa ihtiyacımız olan şey bir “yapı”dır.
Aslında en yakıcı soru şu: Barışın öznesi kim olacak? Devlet mi, halk mı, yoksa halkın kendi kurumları mı? Bu soruya verilecek yanıt, önümüzdeki dönemin siyasal yönünü belirleyecek. Savaşın gölgesinde bile kurumsallaşabilen barış, toplumun en derin hafızasını taşır.
Bakın Rojava’da halkın kurumları bu sorulara nasıl yanıt vermiş;
Rojava’da 12 Aralık 2023’te ilan edilen yeni Toplumsal Sözleşme, barışın nasıl kurumsal bir zemine oturabileceğinin somut örneği oldu. Sözleşmenin giriş bölümünde “toplumsal barışın, halkların eşit temsili ve ortak yaşam iradesiyle sağlanacağı” vurgusu yer alıyor. Bu vurgu, barışı hukuksal ve idari bir mekanizma olarak tanımlıyor.
Ekoloji, kadın özgürlüğü ve komünal ekonomi başlıklarının anayasal düzeyde güvence altına alınması, klasik “barış anlaşmalarında” rastlanmayan bir derinliği temsil ediyor. Çünkü barışın sürdürülebilmesi için toplumun yaşam biçimlerinin, üretim ilişkilerinin ve doğayla kurduğu ilişkinin de dönüştürülmesi gerekiyor. Silahların sustuğu ama doğanın talan edildiği, kadının geri plana itildiği bir düzende gerçek bir barıştan söz edilemez.
Bu yönüyle Rojava, “barış süreci” kavramının ötesine geçerek barışın yönetim biçimi olabileceğini gösterdi. Bu deneyim, böylece Ortadoğu’nun yüzyıllık çatışma döngüsüne verilmiş en radikal yanıt oldu.
Barışın kurumsal zemini kadar, zihinsel zemini de belirleyicidir. Çünkü kurumlar zihniyetin ürünüdür. Eğer savaşın dili, hiyerarşisi ve erkek egemen mantığı korunursa, kurulan her kurum yeni bir savaşın potansiyelini içinde taşır.
Rojava’daki komünal sistem bu nedenle zihinsel bir devrimdir. Her mahalle meclisinde alınan karar, halkın kendi kaderini belirleme pratiğidir. Bu pratikte barış soyut bir kavram olmaktan çıkıp gündelik bir davranış biçimine dönüşüyor. Bir kadın meclisinin aldığı karar, bir köyde suyun adil paylaşımı, bir komünün ortak ekim planı, belediyenin yıllık planlaması, adalet meclisinin yeni hakım ve savcılara verdiği felsefe dersi; hepsi barışın yaşamsal biçimleridir.
İşte zihniyet dönüşümü de tam olarak burada başlar: Barışı adalet duygusundan türeten bir toplumsal bilinçle. Devlet merkezli düşünmenin yerine topluluk merkezli düşünmek, barışı dış ilişkilerden iç ilişkilere taşımaktır.
Barışın kurumları, aynı zamanda demokratik siyasetin damarlarıdır. Çünkü demokratik siyaset, savaşı dönüştürerek barışı üretir. Her komün, her yerel meclis, bu dönüşümün hücresidir.
Türkiye’deki barış süreçlerinin başarısız olmasının nedenlerinden biri, bu kurumsal hafızanın hiç oluşmamasıdır. Süreçler hep “taraflar arasında” kurgulandı, toplumun kendisi devre dışı bırakıldı. Oysa barış, müzakere kadar ortak yaşam pratiğidir de. Bu yüzden müzakere sona erdiğinde barış da sona erdi.
Bugün Türkiye’de ve bölgede yapılması gereken, barışın öznesini yeniden tanımlamaktır. Bu özne devlet olamaz. Barışın öznesi toplumdur. Toplumun bu özneleşmesi, kurumsal bir örgütlenmeyi, yerel meclislerin güçlendirilmesini ve hukukun toplumsal sözleşmeye dayandırılmasını zorunlu kılar.
Savaşın yıktığı şeylerin başından hafıza gelir. Bu nedenle barışın en büyük görevi hafızayı yeniden kurmaktır. Bu hafıza, geçmişle hesaplaşmak ve geçmişin yükünü taşımadan birlikte yaşamı yeniden inşa etmektir.
Barışın kurumları, bu hafızayı toplumsal bilince yerleştirir. Her meclis, her kadın komitesi, her ekolojik girişim bu bilincin taşlarıdır. Savaşın gölgesinde büyüyen bu kurumlar, geleceğin en sağlam barış mimarlarıdır.
Bugün yapılması gereken, “barışı olmalı mı olmamalı mı?” sorusu etrafında demagoji yapmayı bırakıp “barışı kim inşa ediyor?” sorusunu sormaktır. Çünkü savaş, yıkım üzerinden yükselir, barış ise inşa üzerinden. Ve inşa, yalnızca özgürleşmiş bir toplumun işidir.
Özcesi barışı yeniden tanımlamak gerekiyor: silahların susması bir yere kadar fayda sağlasa da toplumun kendi sesini duyurmasıdır asıl mesele. Bu sesin yankısını güçlendirmek, her yazarın, her gazetecinin, her toplumsal aktörün sorumluluğu. Çünkü savaşın gölgesinde bile filizlenmiş bu deneyim, yeni bir yaşamın temellerini çoktan atmıştır. Artık mesele, o temelleri koruyabilmek ve büyütebilmektir.








