Savaş, kim ne derse desin, en çok emeği vurur.
En çok işçinin ellerini, kadının yüreğini, gencin hayalini parçalar.
Çünkü savaş, alınterini kana dönüştürür.
Çünkü savaş, emeğin en güzel yanını –üretmeyi, yaşatmayı, çoğaltmayı– çalar ve yerine ölüm, yıkım ve yoksulluk bırakır.
Fabrikalarda dökülen terin, inşaatlarda harçla yoğrulan emeğin, sabahın köründe başlayan mesainin bedeli… Neredeyse tamamı savaşa akıtılıyor bugün. Bu sadece bir bütçe meselesi değil. Bu, aynı zamanda bir vicdan meselesi. Bir damla alınteri, işçinin bedenine can suyu olması gerekirken, kurşuna dönüşüyor. Ve o kurşun, çoğu zaman hiç tanımadığı başka bir yoksulun, başka bir emekçinin çocuğuna isabet ediyor.
Yani emek, bir başkasını vurmak için kullanılıyor.
Yani biz, emeğimize bu kadar yabancılaşıyoruz.
İşte bu yabancılaşma, sadece tehlikeli değil, aynı zamanda ölümcül.
Savaş; sadece cephede değil, doğada, kentte, evde, iş yerinde de yıkım getiriyor.
Doğamız talan ediliyor. İnsanlarımız ölüyor. Ve biz, buna karşı yeterince ses çıkaramıyoruz.
Kürt halkına yönelik bu savaşta biz emekçiler, barış için daha güçlü bir söz söyleyemedik.
Bunun üzüntüsünü yüreğimin tam ortasında taşıyorum.
Bu savaşta çok değerli insanları kaybettik. Sanatçılarımızı, tiyatrocularımızı, umutlarımızı yitirdik.
Bavê Teyar’ı kaybettik.
Saymakla bitmeyecek kadar çok güzel insanı kaybettik.
Bu yeterince acı değil mi?
Şimdi bir dönemeçteyiz.
Barışı konuşmaya cesaret edebileceğimiz, yeniden inşa etmeye başlayabileceğimiz bir dönemdeyiz.
Ama ilginçtir ki… Barışa burun kıvıranlar var.
Barışın eksiklerini konuşanlar var. Elbette eksikler var. Elbette her şey tozpembe değil.
Ama soralım kendimize: Barışa mı burun kıvırıyoruz, yoksa barışın yoksulluğuna mı alıştık?
Eksik kaldığı yerleri derinleştirmek yerine, barışı tümden yok saymak kolay geliyor belki.
Ama biz kolay olanı seçemeyiz artık.
Barışa sahip çıkmak zorundayız.
Özeleştiriden de kaçamayız.
Emek hareketi olarak, sendikalar, sınıf güçleri olarak bazen yeterince güçlü olamadık.
Bazen çok suskun, bazen çok parçalı, bazen de çok geç kaldık.
Ama şimdi, eksiklerimizle yüzleşip yeniden örmek gerek barışı.
Yeniden örmek gerek kardeşliği, dayanışmayı, emeğin ortak diliyle.
Savaşsız, sömürüsüz bir dünya hâlâ mümkün.
Ve bu dünyayı ancak biz emekçiler kurabiliriz.
Yeter ki bir damla alınteri daha kurşuna dönüşmesin.
Yeter ki o damla, yeniden toprağı sulasın, çocukları büyütsün, hayatı çoğaltsın.
Barışa beğenmemekle değil, katkı sunmakla yaklaşalım.
Eleştiriyle değil, emekle büyütelim.
Ve hep birlikte, o büyük soruyu bir daha soralım:
Barış mı, savaş mı?
Cevap, hepimizde saklı.