Boğaziçi’ne atanan kayyum rektörü ve Batı’daki uygulamaları Prof. Dr. Burhan Şenatalar ile konuştuk
Gülcan Dereli
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 3 Ocak 2021’de AKP’den milletvekili aday adayı olmuş Prof. Dr. Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak ataması Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tepkisini çekti. Üniversitelerine ‘kayyum rektör’ istemediklerini belirten öğrencilerin protesto eylemlerine Türkiye ve bölge kentlerinden de destek geldi. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlardan dolayı akademinin halini mercek altına aldık. Bu atama neden bu kadar tepkiye neden oldu? Dünyada böyle rektör atama örnekleri var mı? Akademinin şu anda içinde bulunduğu durum ne? Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile akademisyenlerin görevlerine son verilmesi üniversiteleri nasıl etkiledi? Üniversitelerde artan intihaller, liyakat sistemlerinin yıkılması, akademide artan taciz ile kadın akademisyenlerin yaşadığı zorluklar, üniversitelerin neden özgür ve özerk olması gerektiğine dair birçok sorunun cevabını aradık. 4 bölümlük dosyamızın ilk bölümünde Prof. Dr. Burhan Şenatalar var. Üniversiteler konusunda birçok çalışması bulunan Prof. Dr. Şenatalar, dünyadaki rektör seçimlerini ve akademinin nasıl işlediği, işlemesi gerektiğine dair önemli tespit ve değerlendirmelerde bulundu.
Gelişmiş ülkelerde üniversitelerde demokratik mekanizmalar nasıl işliyor, nasıl yönetiliyor?
Ülkelerin üniversite sistemleri tarihsel bir bakış açısıyla anlaşılabilir. Batı’da üniversitelerin kuruluş tarihleri yüzlerce yıl geriye gider. En eski üniversite olarak kabul edilen Bologna Üniversitesi, 11. yüzyılda kurulmuştur. Kuşkusuz bugünkü üniversitelerle karşılaştırılamayacak bir kurumdu, bilim düzeyi ve bilim dalları da bugünden hayli farklıydı. İsveç’in ve Kuzey Avrupa’nın en eski üniversitesi sayılan Uppsala Üniversitesi de 15. yüzyılda kurulmuştu. Harvard 17. yüzyılda, Princeton da 18. yüzyıl ortalarında kurulmuştu. Kuruluş tarihinin geçmiş yüzyıllarda olmasının bir anlamı da akademik kültürün ve akademik geleneklerin görece güçlü olmasıdır. Bu kurumlar zaman içinde değişen teknolojiye ve sosyal dengelere uyum sağlama açısından da zengin deneyimlere sahiptir.
Her üniversite sistemi içinde bulunduğu toplumun ekonomik ve sosyal sistemine ve ideolojik özelliklerine göre belirlenir. Herhangi bir komisyonun soyut bir modelden hareketle bir üniversite sistemi kurması söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nda medreseler yerine bir üniversite kurulması kolay olmamıştır. 19. yüzyıl ortasında açılan üniversite iki kez kapatılmıştır ve ancak 1900’da açılan kurum kesintiye uğramadan devam edebilmiştir.
Bir toplumda genelde ne kadar özgürlük varsa, üniversite sisteminde yaklaşık olarak o düzeyde özgürlük vardır. Üniversitelerin her zaman toplumun öncüsü olduğu iddiası da her zaman geçerli değildir. Almanya’da nasyonal sosyalizm (faşizm) döneminde komünist, sosyal demokrat, anti-faşist ve Yahudi öğretim üyeleri işten atılmış, bazıları hapse atılmış, bazıları öldürülmüştür. Üniversite bir noktadan sonra bu rejime uyum sağlamıştır. Tüm baskıcı rejimler üniversiteleri denetim altına almak istemiş ve işe tasfiye ile başlamıştır. Baskıcı rejimler özellikle sosyal bilimleri denetim altına almak ve kendi politik tercihlerine göre düzenlemek ister.
Batı ülkelerinde sistem nasıl işliyor? Türkiye’de işleyen sistemle karşılaştırabilir misiniz? Yine dünyada ve Türkiye’de üniversitelerin özerkliği karşılaştırılabilir mi?
Batı ülkelerinin çoğu kapitalizme daha erken geçtikleri için ve sosyal sınıfların doğuşu, güçlenmesi ve örgütlenmesi daha erken gerçekleştiği için, bu ülkelerin üniversite sistemleri de genel olarak daha ileridir. Bu toplumlarda demokrasi kültürü daha güçlü, katılım düzeyi daha yüksektir. Yükseköğretim kurumlarında da saydamlık, katılım, akademik özgürlük, yönetsel özerklik anlayışları daha eskilere dayanır. Türkiye üniversiteleri ile karşılaştırmamız gereken sistemler bunlardır. Bu sistemler de kuşkusuz mükemmel değildir, ayrıca özellikle kökten-piyasacı dalganın etkileriyle birçok yeni sorunla da karşı karşıya kalmışlardır. Tüm bunlara karşı Türkiye üniversitelerine göre daha özgür, daha katılımcı ve daha üretkendirler. Hiç unutulmaması gereken bir nokta şudur: Üniversiteler kendine özgü, hatta “türü kendisiyle sınırlı” (sui generis) kurumlardır. Ne kâr amaçlı bir şirkettirler, ne bir sivil toplum kuruluşudurlar, ne de tipik bir kamu kurumudurlar. Üniversitelerin de verimli çalışması, üretken olması ve topluma hesap vermesi beklenir. Üniversitelerin asli görevleri araştırma-yayın ve öğretimdir. Bunlar yanında çeşitli toplumsal hizmetler sunmaları da beklenir. Özellikle asli görevlerinin hakkıyla yerine getirilmesinin temel koşulu akademik özgürlük ve yönetsel özerkliktir. Kime karşı? Öncelikle siyasi otoriteye karşı, ayrıca dinsel otoriteye ve kurumlara karşı, ekonomik güç odaklarına ve hatta topluma karşı. Üniversiteler belirli bir dünya görüşünü aşılamak, dayatmak gibi bir amaç güdemezler, çünkü bu onların varlık nedeni ile çelişir. Üniversitelerden beklenen demokratik bir toplumun koşullarını oluşturmaya ve böyle bir toplumun yurttaşlarını güçlendirmeye katkıda bulunmaktır. Yönetsel özerklik, üniversitelerin iç işleyişinin öncelikle akademik kurallara ve liyakata dayanması ve yönetimin üniversite bileşenleri tarafından gerçekleştirilmesidir. Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, özellikle devlet üniversitelerinin gelirlerinin kamu kaynaklarından sağlanmakta oluşudur. Bu kaynakların kullanılması ile ilgili olarak bir değerlendirme ve denetim olması gerçekçidir. Aynı şekilde herhangi bir yerde üniversite veya fakülte açılması gibi kararların tümüyle üniversitelere bırakılması düşünülemez.
Üniversite-devlet ilişkisi nasıl işliyor?
Çok sayıda üniversitenin bulunduğu bir ülkede kurumların her birinin tüm kararları kendi anlayışına ve amaçlarına göre alması da bir karmaşaya neden olabilir. Dolayısıyla iki tane kritik soru karşımıza çıkıyor: a) Üniversite sisteminde uyum ve asgari standartlar nasıl saptanacak? b) Üniversiteler ile kamu otoritesi (devlet) arasındaki ilişki nasıl düzenlenecek? Örneğin kurumlararası standartlar konusunu devlet mi belirleyecek, yoksa üniversitelerarası bir kurum mu? Tekil üniversitelere bırakılacak alan hangi konuları saptayacak? Türkiye’deki YÖK modeline yakından bakalım: Yükseköğretim Kurulu 21 kişiden oluşur, 14’ünü cumhurbaşkanı belirler (yedi kişi üniversite profesörlerinden, yedi kişi de devlette üst düzeyde görev yapan veya yapmış olup emekli olan). 7 kişiyi de Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) kendi üyeleri dışından ve profesör olmak üzere seçer. Son gruptaki üyeleri de cumhurbaşkanı atar, eğer bir ay içinde atamazsa, ÜAK’ın iki hafta içinde yeni bir kişiyi seçmesi ve önermesi gerekirse, önermezse cumhurbaşkanı bir isim atar! Anlaşıldığı gibi, üniversite sisteminin en üst kurulunun 2/3’lik bir bölümünü tek başına cumhurbaşkanı belirliyor.
Gelişmiş üniversitelerin çoğunun bulunduğu Batı ülkelerinde böyle bir durum var mı? Gelişmiş ülkelerde rektörler nasıl seçiliyor?
Yok tabii. Öneren olursa, ciddiye alınmaz. Bu şekilde seçilen YÖK’ün yetkileri Batı ülkeleri ile karşılaştırılacak olursa, hiçbir ülkede bu kadar geniş yetkilere sahip böyle bir üst kurul bulunmadığı görülür. Üniversite düzeyine indiğimizde, en önemli yetkili rektördür, dolayısıyla rektörün nasıl belirlendiği yaşamsal önemdedir. Bugünkü mevzuata göre, rektörleri cumhurbaşkanı belirler. Hangi kriterlere göre belirleyeceğine dair bir düzenleme de yoktur. Batı’da herhangi bir ülkede böyle bir süreç yoktur. Nasıl bir süreç vardır? Genellikle üniversitelere bırakılmıştır. Çoğunlukla uzun zamana yayılmış bir süreç işler. Bu süreç olabildiğince saydam ve katılımcıdır. Batı ülkelerinde tüm öğretim üyelerinin katıldığı seçimlerden daha çok iki dereceli seçim diyebileceğimiz bir süreç işler. Şöyle ki, önce özel bir kurul “rektörde aranan nitelikleri” saptama çalışması yapar. Ardından rektör adaylarının başvuru prosedürü ve takvimi saptanır, bunlar yurt içi ve uluslararası yayınlarda ilan edilir. Gelen başvurulardan adaylar (ya da en uygun olanlar) mülakata davet edilir.
Mülakat sonuçları daha farklı ve daha yetkili bir kurula sunulur ve o kurulda oylama yapılır. Bu süreç farklı ülkelerde daha ayrıntılı düzenlenmiştir. Nihai karar aşamasında kamu otoritesinin temsilcilerinin de bulunması söz konusu olabilir ya da bazı ülkelerde son atamayı kamu otoritesi yapar, ancak bu atama çoğunlukla onay biçimindedir. Süreç bir yıl, hatta daha uzun olabilir. En önemli noktalar, bu sürecin saydam ve katılımcı olmasıdır. Birçok ülkede süreçte görev yapan kurullarda öğretim üyeleri yanında öğrencilerin, idari-teknik personelin, öğretim üyeleri dışındaki öğretim elemanlarının temsilcilerinin de bulunmasıdır. Ana ilke tüm kurullarda çoğunluğun öğretim üyelerinde olmasıdır. Böyle bir süreçle seçilen rektör geniş bir destekle göreve başlar. Ayrıca bu rektörün yetkilerini kullanma süreçlerinde de katılımcı bir anlayış egemendir. Rektörlerden sonra yetkili olan en önemli kişi dekanlardır.
YÖK sisteminde rektör, 3 dekan adayını YÖK’e bildirir ve YÖK bunlardan birini atar. Görüldüğü gibi sistemin güvendiği rektör yine sistemin güveneceği kişileri aday gösterir ve devre kapanır. Bundan sonraki aşamada üniversite yönetim kurulunda ve senatoda da dekanlar ağırlıklı olacağından bu kurulların çalışmaları da “gayet uyumlu” olacaktır. Bu kurullarda öğretim üyeleri dışında herhangi bir bileşenin katılımı da öngörülmemiştir. Sistemin bu kadar merkeziyetçi olması yanında en önemli sorun akademik ölçütlerin arka plana atılıyor olmasıdır.
Üniversite sisteminde görülmeyecek tablo
Yaklaşık 20 üniversitenin rektörü AKP’ye yakınlığı ile bilinen isimlerden oluşuyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
20 kadar üniversite rektörünün AKP’nin eski milletvekili ya da milletvekili adayı veya aday adayı olması hiçbir üniversite sisteminde görülmeyecek bir tablodur. 1750 sayılı (1973’te yürürlüğe girmiş) yasaya göre rektörleri tüm fakültelerin öğretim üyeleri seçimle belirliyorlardı. 12 Eylül darbesinin hemen ardından gelen sistemde (2547 sayılı yasa) rektörleri YÖK’ün önerdiği üç aday arasından cumhurbaşkanı atıyordu. Daha sonra demokrat öğretim üyelerinin ve özellikle öğretim elemanları örgütlerinin çabaları ile DYP-SHP koalisyon hükümeti döneminde yasa değişikliği yapıldı ve üniversitelerde tüm öğretim üyelerinin katılacağı seçimlerde en yüksek oyu alan altı ismin YÖK’e sunulması ve YÖK’ün bu listeden üç ismi cumhurbaşkanına sunması yöntemi uygulamaya kondu. Bu dönemin önemli bir adımı, daha önce doktor asistan olarak görev yapanların “yardımcı doçent unvanı” ile öğretim üyesi statüsüne geçmiş olması ve seçmen kitlesinin bir nebze gençleşmesi idi. Köklü üniversitelerde bu yöntem dahi belirli bir katılım olanağı sağlamıştı, ancak daha sonraki yıllarda AKP döneminde cumhurbaşkanları eliyle önce YÖK’te, ardından rektörlerde kapsamlı bir kadrolaşma çabası yürütüldü. Son aşamada 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek, KHK ve daha sonra cumhurbaşkanlığı kararnamesi (No.3) ile rektör konusu tümüyle cumhurbaşkanına bağlandı.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı hocam?
Son olarak, dikkat çekilmesi gereken bir nokta da şudur: Seçimlerde katılım temel koşuldur, ancak büyük önem taşıyan noktalardan biri de seçmenlerin akademik ölçütlere inançları ve bağlılıklarıdır, bu konularda başka öncelikleri olan kişilerin kullanacağı oylar da özgürlükçü, katılımcı ve üretken bir üniversite yaratmaya yetmeyecektir. Demokrasileri yaşatan demokrasi bilincine ve inancına sahip yurttaşlardır. Bir üniversite de rektörlerini ve dekanlarını seçme hakkına sahip olduğu zaman, ancak kadrolarının ve bileşenlerinin özgürlük anlayışları kadar özgür olacaktır.