Kürt özgürlük hareketini yalnızca ulusal bir talep çerçevesinde değerlendirmenin bugün Türkiye’nin önünde beliren önemli fırsatları doğru okumayı zorlaştırdığı görülmektedir. Bu hareket, elbette “bir halkın kendi kaderini tayin” iradesini içerir; ancak bunun ötesinde, sosyal, sınıfsal (komünal) ve toplumsal dönüşümü hedefleyen, bölgesel dinamikleri de etkileyen daha geniş bir çerçeve sunmaktadır. Gelişen şartları dikkatle analiz eden ve demokratik sosyalizme yeni bir zemin oluşturan bu paradigma, Türkiye’nin geleceği açısından kapsamlı bir perspektif sağlamaktadır. Bu yönü göz ardı etmek, sadece ideolojik bir daralmayı değil, aynı zamanda tarihsel tecrübelerden yeterince faydalanmamayı da beraberinde getirir.
Cumhuriyet’in erken döneminde Şeyh Sait isyanının yalnızca “asayiş” boyutuyla ele alınması, bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Ankara, o dönemde meseleyi sosyolojik ve siyasal bağlamıyla bütünlüklü değerlendirmek yerine güvenlik merkezli bir yaklaşıma yönelmiş; böylece çözümün müzakere zemininden uzaklaşmasına istemeden de olsa katkı sunmuştur. Bu tercih, uzun vadede bölgede süregelen gerilimin zeminini de oluşturmuştur. Geniş kapsamlı bir dönüşüm ihtimali dar bir kategoriye sıkıştırılmış; sonuç, toplum açısından ağır bedeller doğuran bir istikrarsızlık olmuştur.
Benzer bir yanılgı, sosyalist hareketlerin tarihinde de karşımıza çıkar. 1936 İspanya İç Savaşı sırasında sosyalist, anarşist ve komünist gruplar arasında ortaya çıkan ideolojik rekabet, karşılarındaki yükselen tehlikenin-faşizmin-büyüklüğünü gölgede bırakmıştır. Cumhuriyetçi cephe, birlik için gerekli adımları atmakta tereddüt etmiş; komünistlerin merkeziyetçi yaklaşımı, anarşistlerin buna direnci ve sosyalistlerin “önce savaş bitsin, sonra reformlar konuşulur” anlayışı stratejik bir fırsatın kaçmasına yol açmıştır.
Bugün barış görüşmelerine “bekle–gör” politikasıyla yaklaşan bazı çevrelerin yanılgısı, işte bu tarihsel örneklerle paralellik taşımaktadır. “Bekle–gör” normal zamanların yöntemidir; oysa içinde bulunduğumuz dönem, normal şartlar çerçevesinde değerlendirilemeyecek kadar kritik ve geri dönüşü sınırlı bir süreci ifade etmektedir. Barış sürecinin kapsamı, aciliyeti ve bir daha kolayca tekrarlanamayacak nitelikte olması, bu yaklaşımın artık bir ihtiyattan ziyade bir erteleme tutumuna dönüşmesine neden olmaktadır. Bu ertelemenin maliyeti ise hem siyasal hem toplumsal düzlemde ağır olabilir.
Cumhuriyet’in kurucu aklının ve yandaş sermayenin belirlediği üç temel hedef-kuvvetler ayrılığı, devletçilik ilkesinin sosyal adalet zemini ve “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” anlayışı-tarihsel süreçte tam anlamıyla hayata geçirilememiştir. Bugün, bu ilkeleri gerçek anlamda güçlendirebilme ihtimali ilk kez bu kadar somut ve uygulanabilir görünmektedir. Buna rağmen, bazı siyasi aktörlerin bu tarihsel imkânı kavramakta tereddüt ettiğini gözlemlemek mümkündür.
Gelinen noktada mesele yalnızca “Kürt sorunu”nun çözümü veya iç barışın tesisi değildir. Bu süreç, demokratik bir Türkiye’nin ve demokratik bir bölgesel düzenin kapısını aralayabilecek tek gerçek fırsatı temsil etmektedir. Zira bölgedeki demokratikleşme süreçleri birbirine bağlıdır; Türkiye’nin istikrarı bölgenin nefes alma kapasitesini artırırken, bölgesel sakinleşme Türkiye’nin iç barışını güçlendirecektir.
Bu sorumluluktan uzak durmak, bölgesel ve küresel aktörlerin kendi çıkarlarına uygun senaryolarına açık kapı bırakmak anlamına gelebilir. Azerbaycan’da yaşanan uçak kazasının yarattığı sonuçla bölgenin kırılgan yapısının ne kadar hızlı etkilenebileceğini bir kez daha göstermiştir. Böyle bir ortamda pasif kalmak, riskleri azaltmak yerine büyütebilir. Jitem gibi yapılanmaların kılık ve alan değiştirerek sürdüğünü unutmamak, buna göre pozisyon almak politik aklın gereğidir.
Bugün atılan her adım, ertelenen her karar ve ifade edilmeyen her görüş tarihin hızlanan akışında kayda geçmektedir. Zamanın bu denli hızlandığı dönemlerde bekleyenler değil, sorumluluk alanlar belirleyici olur. Kürt özgürlük hareketini dar bir kategoriye hapsedenler, barış sürecini zamana yayma arzusuyla geciktirenler, Cumhuriyet’in eksik kalan yönlerini tamamlayabilecek bu dönemin farkına varamayanlar aynı çıkmazda buluşmaktadır.
Bugün sorumluluk almaktan kaçınanların yarın sığınabileceği bir alan kalmayabilir. Çünkü bu süreç, niteliği gereği, tekrar etmesi kolay bir fırsat olmayacaktır.









