Belirsizlik bu tarihsel dönemin en belirgin özelliği. Hangi toplumsal soruna, bölgesel gelişmeye bakarsak bakalım karşımıza çıkan temel gerçek bu oluyor. Ortadoğu bu gerçeğin aynası adeta. Bugün kurulan ittifaklar, taraflardan birini zıplatan açıklamalar yarın bambaşka biçimde karşımıza çıkabiliyor. Belirleyici olan tarihin o sarsılmaz yasası oluyor: Sınıflar ya da halklar arasındaki güç dengeleri. Sınıfların ya da halkların kurulan oyun tahtasında edilgen bir seyirci olmaktan çıkıp o oyunu temelden değiştirebilecek bir güç olup olmamaları. Suriye’de emperyalist güçlerin ikide bir ağız değiştirmelerine neden olan etken nesnel koşulların sabit hakikati değil bu hakikati görünür kılan mücadeleler, güç dengeleri, kapışmalar ya da herkesin uyarına geldiği biçimde kurup bozduğu ittifaklar.
Bu açıdan aslında belirsizliğe belirginlik kazandıran esas dinamik ezilen sınıfların ya da halkların örgütlü mücadele gücü, bu gücün kazandığı moral etki ve bunun üzerinden diğer ezilen kesimlerle genişleyen ittifakları oluyor.
Başını ABD emperyalizminin çektiği güçler açısından bizzat odun taşıdıkları tüm bu belirsizlik ve kaos içinde değişmeyen, merkezinde İsrail’in olduğu yeniden bölgesel dizayn. Rusya ve Çin emperyalizm için ticaret yollarının, tedarik ağlarının, enerji güzergahlarının kontrolünü ele geçirmek nasıl yaşamsalsa ABD ve Batılı emperyalistler açısından da onların buna asla ulaşmamalarını sağlamak o kadar yaşamsal, o kadar stratejik önemde.
Tam da bu nedenle Gazze’de yaşanan ve artık katletme, açlıkla-kıtlıkla terbiye etme sınırlarını da aşarak zorla göçertme ve açık işgal hatta Filistin nüfusunu para karşılığında başka ülkelere yerleştirme biçiminde cereyan eden gelişmeler tam da bu eksen üzerinden anlam kazanıyor. Bu plan şimdilerde daha yüksek sesle dillendiriliyor. Hatta sadece Gazze Şeridi’ni değil işgal altındaki Batı Şeria’yı da kapsayacak bir gözü dönmüşlükle alenen ilan ediliyor.
Daha önce de çekmecelerden çıkarılıp duran bu plan şimdi neden daha yüksek sesle dillendiriliyor? Oysa Batılı emperyalistlerin çoğunluğunun kendi halklarının da tepkisiyle iki devletli çözüm fikrine onay verdikleri bir dönem bu. Hatta bazıları İsrail’in soykırıma son vermesi için daha yüksek sesle konuşuyor.
Sorunun yanıtı dünya halklarının tepkisiyle emperyalistlerin bile nispi bir geri adım atmış olmasında. İsrail’in buna yanıtı saldırıyı genişletmek oldu. Çünkü o da biliyor ki Batılı emperyalistlerin attığı bu adım içerdeki tepkileri yatıştırmaya yönelik. O tepkilerin kitleselliği ve öfke düzeyi tartışılmaz bir şekilde onları buna mecbur etti.
Daha ileri adımlar atmaları için ise grevler ve direnişlerle birleşmiş toplumsal bir hareketin varlığı şart. Ancak halkların öfkesi bu genişlik ve derinlikte bir ateş topuna henüz dönüşmüş değil hatta soykırım daha vahşi biçimlerle sürüyor, insanlık dışı planlar alenen açıklanıyor olmasına rağmen biraz ivme kaybetmiş gibi (birkaç ülkeyi dışında tutarsak). İsrail, efendilerinin de oluruyla bu durumu son hamlelerini yapmanın fırsatına dönüştürmeye çalışıyor.
Tarihin o dinamiğinin zayıfladığı her koşulda bu böyle değil midir?
Suriye’de ya da “Kürt sorunu” olarak tanımlanan o kadim haksızlıkla ilgili yaşanan gelişmelerde de bu böyledir. Ne zamanki halklar, işçi ve emekçiler bu sorunun kadim bir haksızlıktan doğduğunu anlar ve ne zamanki o haksızlığın giderilmesini dünyayla satranç oynuyormuş gibi oynayan egemen güçlerin önüne koyar o zaman gerçek anlamda “çözülebilir” bir “sorun” olur.
Egemen güçlerin çıkarları gerektiği için hiçbir zaman demokrasi getirmedikleri tarihsel gerçeklerle sabittir. Bunun için AKP’nin ilk yıllarıyla sonraki (2011’de başlayıp yükselişe geçen) yılları arasındaki farka bakmak yeterlidir. O ilk yıllarda sayısız nedenle liberal demokrat gibi bir eyleyişi vardı AKP’nin. O zamanlar liberaller hatta devrimci saflardan bazı kesimler “sermayenin çıkarları bunu gerektiriyor, o nedenle cılız bir liberal demokrasiye ihtiyaç duyuyorlar” diyerek o sermaye canavarının olağanüstü bir toplumsal baskı olmaksızın sırf çıkarları gerektiriyor diye demokrasi getirebileceğini söyleyip ona ilericilik atfetmişlerdi. Ama sonrasını hepimiz yaşayıp görüyoruz… Gezi bunun kerteriz noktası oldu. O liberal yaldızlar hızla dökülüp bambaşka bir karanlığın kapısı sonuna kadar açıldı. Sermayenin halkların ilk kitlesel öfkesi ve derinleşen yapısal krizi karşısındaki tutumu bu olmuştu, demokratikleşme kapasitesi ilk sınavda iflas etmişti yani.
Şimdi Suriye’de yaşananların Rojava’nın, Dürzilerin ve orada yaşayan tüm halkların kendi örgütlülük düzeyi ve dünya görüşleriyle sergiledikleri dirençle doğrudan ilişkisi olduğu gibi.
Türkiye’de açılan süreç sayfası açısından da bunun böyle olduğu tartışma götürmez. Esas olarak bölgesel gelişmelerin basıncı ve yarattığı korkular kadar yayılmacı hayaller için sunduğu fırsatlara bakarak açılan bu yeni sayfanın kaderini belirleyecek olan esas olarak emekçi sınıfların, halkların “çözün” baskısıdır.
Artık sadece göstermelik bir kabuktan ibaret hale gelmiş Meclis’te kurulan komisyonun yeni rejim biçimi açısından pek bir kıymet-i harbiyesinin olmadığı açık. Eğer sokak ve mücadelenin diğer biçimleriyle buluşamazsa 2015 Haziran seçimlerinden sonraki “istikşafi görüşmeler” gösterisine benzer bir biçimde oyalama aracına dönüşmesi neredeyse kaçınılmaz. Kürt sorunu sanki hiç bilinmiyormuş ya da gündeme yeni gelmiş gibi komisyonun hiçbir somut öneri ve yol haritası ortaya koymadan değişik kesimlerin sözcülerini dinlemekten öteye geçmemiş olması bunun çok net bir belirtisi.
Azami merkezileşme ve rıza üretimini baskı ve zor araçları üzerinden kurma dışında bir yol bilmeyen bu rejim biçiminde zaten ipe un sermekle özdeşleşen bir komisyonun böylesine devasa bir tarihsel haksızlık karşısındaki misyonu da gördüğümüz gibi izlemeye, beklentiye dolayısıyla edilgenliğe sevk etmektir.
Erdoğan’ın “süreçle” ilgili tanımının halen “Terörsüz Türkiye” olması, onu her ağzını açtığında Türk-Kürt-Arap ittifakı içine yerleştirmesi yani yeni Osmanlıcı hayallerle özdeşleştirmesi, Rojava’da genelde Suriye’de yaşanan gelişmeler karşısında tehdit dilini kuşanıp kılıçları kınından çıkarmaktan bahsetmesi rejimin bu niyetini ele veriyor zaten.
Kürt halkı başta olmak üzere herkes bunun farkında.
Fakat tarihin o nirengi noktasını harekete geçirmek için daha fazla enerji daha fazla çaba gerekiyor, herbirimiz açısından.
Gazze’de yaşanan soykırımla Rojava ve genel olarak Suriye’de yaşananlar arasında doğrusal bir ilişki vardır. Tam da bu noktada bu ilişkinin daha belirgin biçimde kurulması ve ortak bir hatta buluşturulması “süreci” haklar lehine bir eksene oturtmakta daha güçlü bir kaldıraç olacaktır.