Çünkü biz biliyoruz ki, savaşın yükü en çok bizim sırtımıza biniyor. Çocukların sırtına, kadınların yüreğine, gençlerin düşlerine… Toprak altında sadece demir değil, umut da çürüyor savaşla. Çatışma sürerse, iş de aş da ekmek de huzur da kuruyor ellerimizin içinde
Nihat Demir
Bir inşaat işçisinin gözünden.
Dün şantiyenin kamp alanına bir misafir gibi değil, başka bir dünyaya adım atar gibi girdim. İlk nefeste buranın havası yüzüme tokat gibi çarptı: Toz, duman, ter ve yorgunluk kokusu. Orası bir yaşam alanı mıydı, yoksa unutulmuşların çadırı mı, kestirmek güç.
Bir odaya sekiz kişi, kimi yere on kişi… Beş santimlik süngerlerin üstünde, üst üste iki kat ranzada uyuyor işçiler. Dolap desen yok, ayakkabılık desen hayal… Temizle kir yan yana, yorganla iş tulumu kol kola girmiş. İçeride bir düzen yoktu belki ama bir sıcaklık, bir insanlık vardı; eksik olmayan bir şeydi o. İşçiler beni görünce şaşırmadılar, çünkü alışmışlar; şefler gelir azarlar, patrondan haber gelir tehdit eder. Ama bu sefer gelen bir dosttu, bir kardeşti. Hemen biri kolasını açtı, biri çay demledi.
Kuru bir çekirdek, bayatlamış bir bisküviyle bir bayram sofrası kuruldu. “Burada misafir ağırlamak zor,” dedi biri, gülerek. “Ama biz yine de kral sofrası kurarız!”
Güldük. İnsanın gülüşü, betonla sıvanamıyordu, boyayla boyanmıyordu demek ki. Sohbet koyulaştı.
1 Mayıs yaklaşıyordu. Konu haklara geldi, kıdem tazminatına, ihbar tazminatına, pazar günü dinlenememeye… Bir arkadaş espri patlattı: “Burada pazar günü mü? Pazar bize ancak domatesle gelir abi, o da bazen!”
Hepimiz kahkahalarla güldük. Gülmesek, ne diyecektik ki, bu gerçekliğin karşısında.
Anlattılar:
Pazar günleri bile çalışıyorlar. Hastalanınca kendi kaderlerine kalıyorlar. Kıdem tazminatı, ihbar falan… Bunlar burada kuş masalı gibi; var ama görünmüyor. Kimi Antep’ten gelmiş, kimi Urfa’dan, kimi Amed’den, kimi Van’dan, kimi Samsun’dan, kimi Ordu’dan, kimi Mardin’den, kimi Iğdır’dan. Çoğu daha yirmili yaşlarında, ama yüzlerinde yorgun bir elli yıl birikmiş gibi.
Odaların hali… Bir mülteci kampı desen hafif kalır. İnsanın insanca yaşayabileceği en temel şeyler yok. Ama orada, o kirin, o yoksulluğun içinde bir şey vardı: Dayanışma. Bir yorganı paylaşır gibi ekmeği, bir gülüşü, bir umudu da bölüşüyorlardı.
İşte tam o sırada, sohbetin orta yerinde, biraz çekinerek ama gözlerinde pırıl pırıl bir parıltıyla biri söze girdi: “Abi,” dedi, “Biliyor musun, patronlar bizden korkuyor. Ama neden korkuyorlar biliyor musun? Sendikadan!”
Kahkahalar bir anda durdu, herkes başını kaldırdı. Çocuk devam etti: “Bak, işçi tek başına burda bir avuç toprak. Ama birleşince, fırtına oluyoruz. Sendika demek tek yumruk olmak demek. Patronlar işte bundan ödü kopuyor!”
Başka biri atıldı: “Geçen ay iki arkadaş sendika dedi diye işten attılar. Niye? Çünkü biliyorlar ki sendikaya üye olursak, köle gibi çalıştıramazlar bizi!”
Sözler dökülüyordu dudaklarından ama hepsinin kalbinde aynı cümle vardı: “İnsanca yaşamak için, örgütlenmek şart!”
Bir diğeri, yaşça biraz daha büyük olanı, ağır ağır konuştu: “Biz burda çamurun, tozun içinde debeleniyoruz ya, ama aklımız da kalbimiz de temiz. Bir gün, bir sabah, burada hep beraber kahvaltı yapacağız; insan gibi, kardeş gibi, özgür gibi.”
O gece yıldızlar bile farklı parlıyordu şantiyenin üstünde. İnşaat demirlerinin arasından değil, umutların arasından bakıyorduk artık gökyüzüne. Ve biliyorduk: Ne kadar yüksek bina yaparlarsa yapsınlar, üstüne basa basa ezebilecekleri biz değiliz. Bir gün, en sağlam temeli biz atacağız. Taş değil, insan üstüne bir dünya kuracağız.
Ve işte tam şimdi, şantiyenin sessiz gecelerinde en çok konuştuğumuz şeylerden biri daha var: Barış…
Çünkü biz biliyoruz ki, savaşın yükü en çok bizim sırtımıza biniyor. Çocukların sırtına, kadınların yüreğine, gençlerin düşlerine… Toprak altında sadece demir değil, umut da çürüyor savaşla. Çatışma sürerse, iş de aş da ekmek de huzur da kuruyor ellerimizin içinde.
Tıpkı bir zamanlar, barışın sesi olmak için ömrünü ortaya koyan Sırrı Süreyya Önder ve sayamadığım on binler gibi… O’nların diliyle değil belki, ama onların yüreğiyle diyoruz ki:
Bizler, inşaat işçileri… Taşı toprağı omuzladığımız gibi, barışı da omuzlamalıyız.
Çözüm, kardeşliktir. Çözüm, insanların birbirine duvar örmesi değil, gönül köprüsü kurmasıdır. İşte bunun için diyoruz ki: Barış hemen, şimdi gelmeli! Ve bu barış için sadece siyasetçiler değil, biz işçiler de emek vermeliyiz. Çünkü en güzel yapılar, en sağlam köprüler nasıl emekle örülüyorsa, barış da bizim alın terimizle yükselecek.
Bir gün, bu tozlu şantiyelerde sadece binalar değil, barışın kendisi de yükselecek.
Ve o gün geldiğinde, bizler gururla diyeceğiz: “Bu ülkenin temelinde bizim emeğimiz var, bizim yüreğimiz var!”
“Tıpkı içimizden usulca göçen Sırrı Süreyya’lar, Mazlum Doğan’lar, Sakine’ler, Taybet Ana’lar gibi…”