Çocukluk arkadaşımdı. Aynı mahallenin çocuklarıydık. Arkadaş canlısıydı, sakindi, kavga sevmezdi. Hep söylemişimdir: Yaşının üstünde bir olgunluk taşırdı duruşunda. Çok sonraları bir ‘kavga’ adamı oldu. Meğerse bir dilin, bir kültürün militanlığına saklamıştı kavga damarlarını. O, yok sayılan bir dilin yazarı ve kültürünün militanı oldu. Bir kimliğin varlığı için, o kimliğin görünür kılınması çabası için hayatını vermek, hayatını bizzat ona adamak, insani-entelektüel yanıyla yalnızca kendi halkının değil, ülkenin diğer halklarının da sempatisini kazanmak her insanın başarabileceği şeyler değildi. O bunu başardı… Anlamışsınızdır,aramızdan ayrılışının 12 yılında andığımız yazar Mehmed Uzun’dan söz ediyorum. Onun hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Daha da yazılacak ve hakkettiği yere oturtulacak. Bir ömre birkaç asır sığdıran insanlar vardır… Önemli olan yaşanmış olan sürenin uzunluğu değil, yaşanmış olana anlamlı şeylerin katılmasıdır.. Bunu başarabilmiş kişilerden biri de Mehmed Uzun’dur. O kısa sayılabilecek ömrüne çok şey sığdırdı…
***
Bilindiği gibi, 28 yıl yurt dışında sürgünde olan Uzun’a kötü huylu tümör teşhisi konmuştu. Uzun, hayatının geri kalanını memleketinde geçirmek istediğini yakın çevresiyle paylaşmasının ardından, Stockholm’den İstanbul’a, oradan da Diyarbakır’a geldi. Okurları, sevenleri ve dostları için de çok isabetli bir karar olduğu vurgulandı. Geldiği zaman hastahanede sürekli söylediği şey ‘toprağımdayım, mutluyum…’ sözleriydi. Yakalanmış olduğu hastalığı atlatmak için moral bulabileceği en iyi yer gerçekten Diyarbakır’dı. Toprağıydı… Mehmed,doktoru ve dostu olan Mahmut Ortakaya’nın; ‘toprak bizi korur.’ Sözlerini tekrarlayarak moral toplamaya çalıştı. O, zaten sürgündeyken de yüreği bu topraklar için attı. Daha ilk gelişinde de Diyarbakır’a yerleşmek, burada üretmek istediğini söylüyordu. Asimilasyon ve yasaklarla boğuşan bir dile romanlarıyla hayat vermeye çalıştı. Bunu yaparken, bize ait olanı genel insanlık ailesine ait olanla bütünleştirmeyi göz ardı etmedi. Bu anlamıyla ifade edersek, Mehmed Uzun’un en belirgin özelliği, edebiyatta bir dili yazdıklarıyla evrensele taşıyabilmek çabası olmuştur. Hapisler ve sürgünler yaşadı. Yaşadığı sıkıntılar bir halkın, bir kültürün ve kimliğin sıkıntılarıydı. Sürgün edilmiş dünyasında bile memleket kadar sıcak bir yürekti. Onun hakkında ne söylesek az gelir ama asıl onun yazdıkları ve söylediklerini bilmemiz gerekiyor. Onun için yazıyı onun kimi sözleriyle tamamlamak istiyorum.
***
“Ölümsüz birey yoktur ama bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır. Barış sadece ölümsüz bir eser değil, insan aklının yarattığı en önemli erdemli iştir” demişti bir yazısında. Ölümsüz eserler yaratmak isteyenler, ölümü tamamen unutmak zorunda. Ben, ruhu zedelenmiş, sesi kısılmış, kendisini ifade etmekte çok güçlük çeken insanların yazarıyım. Onlarda da bana karşı çok büyük bir coşku görüyorum. Dünyada hiçbir yazarın buna nasip olacağını zannetmiyorum.” “… Yıllar sonra welate xeribiye’nin ne anlama geldiğini öğrendim: sürgün, kökten, ana toprağından koparılış, yabancı ve bilinmeyen bir yaşama mahkumiyet, unutuluş, sonu gelmez bir hasret ve nostalji… Yabancı ülke ya da yabancılık ülkesi anlamına gelen welate xeribiye bir insanlık dramı içermekteydi.” “Ben Mezopotamya’nın kutsal gücüne hep inandım. Bunu romanlarımda anlattım. Ölüm döşeğindeyken Diyarbakır’a gelişimin bir sebebi de buydu. Bu toprakların şiddetin, çatışmanın, geri kalmışlığın mekanı haline gelmesi beni çok üzüyor. Ben Mezopotamya’nın tekrar eski işlevine dönebileceğine inanıyorum. Ama tabii bunun için demokrasi gerekli. Ciddi reformlar ve uygar bir yaşam tarzı gerekli. Bu topraklar tarihte ilk uygarlıkların, bütün yaratıcı eylemlerin, düşüncelerin oluştuğu yerdir. Dillerin, dinlerin, kimliklerin, kültürlerin birlikte yaşadığı yerdir. Mezopotamya sabrın ve mucizelerin mekanıdır.”
***
Anısına saygıyla.