Sevgili Jan Frédéric Cassies’i sevgiyle selamlayarak başlamak istiyorum. Ülkelerindeki (BASK) Transhumances (Transhumansiya) seremonisinin, tüm Ortadoğu’da yeniden canlandırılması dileğimle ..
Devlet dediğimiz aygıt, hukukun, düzenin ve merhametin aşılması gereken omurgasıdır. Bu omurganın vilayetlerdeki yansıması ise sizin makamınızdır. Valilik sadece bürokratik bir unvan değildir; imzanız kanunlaştırır, kararınız kader belirler, bazen bir cümle bir evin tenceresini kaynatır bazen bir mühür bir CANLININ açlığını büyütür. Adalet çoğu zaman mahkeme kürsüsünde değil, bürokrasinin en görünmeyen masasında doğar. Bu yüzden kaleminiz sadece kâğıdı değil, CANLILARIN rızkını, onurunu, geleceğini yazar.
Şimdi size basit bir soru sormak istiyorum:
Hiç aç gördünüz mü Sayın Vali?
Bu açlık bir komşunuz olabilir, bir çoban çocuğu, bir pazarcı, bir işsiz baba, bir mülteci kadın, yahut sokakların sessizliğinde kemiği sayılan bir köpek. Açlıktan bahsediyorum; üzerine devlet kurulan, devlet yıkan, ihtilallerin, devrimlerin, ideolojilerin beslendiği o kadim kelime. İnsanlar aç olduğu için Marks doğdu; savaşlar açlık yüzünden başladı, barışlar bile açlığı yönetmek için kuruldu. Ama çoğu insan gibi siz de belki açlığı görmediniz.
Çoğu görmez zaten. Fakat herkes açlar adına konuşur; adlarına politika üretir, slogan atar, afiş bastırır. Bazıları görmediği açlığı hissediyorum der ve devrimci payesi alır. İnsan dil ile aç kalabilir ama vicdanla doyar. Asıl merak ettiğim ise şudur:
O genelgeye imza atarken hiç durup düşündünüz mü?
Bir dakikanızı ayırıp gözünüzün önüne dili dışarı sarkmış, susuzluktan gölgesine bile yaslanamayan, yağmur suyu birikintisine ulaşamayacak kadar takatsiz bir köpeği getirdiniz mi? Hani görsele çok önem veren siz estetikçilerin hayal ettiği türden bir köpek. Belki de şu dadaşların “gangal” diye sevdiği, kirden değil kaderden kararmış bir köpek… Onun açlığını, onun tükenmiş nefesini hissettiniz mi? Bir metre ötede hayat dururken ona ulaşacak gücü kalmayan canlıyı düşündünüz mü?
Açlık canlının bilinç altına kazınmış ilk korkusudur. Jung’un karanlık sığınağında açlık gölgesi dolaşır, Freud’un bilinçaltında açlığın yasası yazılıdır. Musa’nın Tur Dağı’nda yakarışı açlığın sesidir, İsa’nın çarmıha uzanan yolu açlara adanmıştır. Hz. Muhammed hadislerinde açların hakkını gözetir; Kur’an, fitnenin ve fesadın kökenine açlığı yazar. Sokrates, tokların şımarıklığı ile açların çaresizliği arasında bir ahlak terazisi kurmuştur.
Açlık CANLIYI köle eder.
İradesini kırar, benliğini eğer, kişiyi kendi varlığına yabancılaştırır. Aç kalan, sevmediği işi yapar; aç kalan, sesini satmak zorunda kalır; aç kalan, ruhunu bile (hâlâ) rızka dönüştürür. Peki sizin imzanızın ucunda bu kadar ağır bir kelime nasıl durdu? Hafif mi geldi?
Dünya bu diyalektik üzerinde var olur. Aç ve tok.
Eğer bir imza bu dengeyi bozuyorsa bu artık bürokratik bir işlem değil, tarihî bir müdahaledir. Siz o kalemi tutarken hiç “Ben şu an dünyanın dengesine dokunuyorum” diye düşündünüz mü? Belki yasal zorunluluk vardı, belki siyasi talimat, belki yukarıdan gelen soğuk bir yazı. Fakat tarihte emir veren değil, imza atan hatırlanır.
Size İmam-ı Azam gibi sultana baş kaldırın, Hallâc-ı Mansur gibi hakkı haykırın demiyorum. Onlar açlığın ve adaletin ağırlığını omuzunda taşıyan devlerdi. Fakat sizin adınız da boş değildir: Davut.
Adaletle anılan bir soydan geliyorsunuz. İslam, aç ile tok arasındaki teraziyi eşitlemek üzerine kurulmuştur. Hristiyanlık, “Zenginin cennete girmesi devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” derken açları kutsadı. Dünya savaşları bile aç insanların etinden geçinmek isteyen açgözlü yöneticilerle başladı.
Aç — iki harf.
Ama toplumun kaderini belirleyen, insanı insan yapan en sert sınavdır.
Bu kelime öyle masanıza bırakılmış bir dosyanın köşesine atılacak, üstüne imza atılıp akşam huzurla eve dönülecek kadar küçük değildir. Açlık, evrenin yasasına yazılmış bir çığlıktır.
Ve siz — hiçbir insan gibi — o çığlığı bastıracak kadar kudretli değilsiniz.
Olmamalısınız. Çünkü aç bir CANLININ hakkına güç yetirmeye kalkmak şirk kokar.!








