Öcalan, ‘Toplumların özgürlüğü, kadın özgürlüğü olmadan mümkün değildir. Kadın özgür değilse toplum da özgür değildir’ diyordu. Bu nedenle özgürlükçü Kürtlük, yalnızca etnik değil; etik, zihinsel ve toplumsal bir dönüşüm süreci olarak anlaşılıyordu
Arif Koçgirî
1990’lı yıllarda pazarda, otobüste, sokakta duyulan bir Kürtçe kelime, kimden geldiğine bakılmaksızın derin bir varlık duygusu uyandırırdı. O ses, birden sahiplenme ve onunla bir olma hissi yaratırdı. Çoğu zaman bu, tanışma aşamasına varan, hatta var olduğunu üçüncü bir kişiye kanıtlama eylemine dönüşen bir durumdu. İki kişi olmak, çok olmak; yok sayana karşı birlikte görünür olmanın, varlığını ilan etmenin güçlü bir istenciydi bu. Kamusal alanda Kürtlüğe dair çınlayan her ses, her duruş (iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımı yapılmaksızın) bir görünme arzusuna dönüşür, anlamlı kabuller yaratırdı. Öyle ki, İstanbul sokaklarında yeraltı dünyasının “kirli işlerine” karışmış Kürtlerden bile gizli, utangaç bir gurur duyulurdu. Önemli olan, Kürt olduğunu bir sesle, bir renk, bir melodi ya da bir “iş” ile ima edebilmekti. Görünür kılmak en ileri düzeyde makbul sayılırdı. “Kürt olsun çamurdan olsun” felsefesini gururla taşıdığımız zamanlardı bunlar. Var olma, sokaktan ve gündelik yaşamın içinden — okuldan, pazardan, inşaatlardan, tarlalardan, atölyelerden, otobüs ve minibüslerden— dipten gelen bir uğultuyla yükseliyordu. En yukarıda kurulan teorilerin, sıkılan kurşunların, atılan sloganların ötesinde; önderin, dağın, zindanın kopardığı “varız” kavgasının, en aşağıda Kürtlük benliğinde yarattığı titreşimdi bu. Duran Kürt kalbine yapılan bir defibrilasyon gibiydi; kalbin yeniden atması gündelik rutinlerin içinden duyulurdu.
Zaman, en hoyrat tanıklıklarla akıp giderken; biz yaşadığımız değişimi, dönüşümü, farklılaşarak bugüne gelişimizi çoğunlukla yaşarken fark edemedik, göremedik. Bilemeden, sadece yaşayarak geldik buraya. Olan oldu; varlık aşaması tamamlandı. Artık “Kürt olsun ama özgürlükçü olsun” evresine geçildi.
Özgürlükçü Kürtlük: Yeni paradigmanın inşası
Her Kürt makbul değildi artık. Çünkü mesele artık yalnızca Kürt olmak değil; nasıl bir Kürt olunacağı, nasıl bir topluma ait olunacağıydı. Kavganın büyüğü sadece dıştaki inkâra karşı değil, içimizdeki eksikliklere, yüzleşilmesi gereken kültürel tortulara ve zihinsel kalıplara karşı da yürütülmeye başlandı. Körü körüne sahiplenmenin yerini, eleştirel bakış ve yeniden inşa etme iradesi aldı. Abdullah Öcalan’ın deyimiyle artık “devletli uygarlığın kavramlarıyla değil, demokratik uygarlığın değerleriyle düşünmek ve yaşamak” gerekiyordu. Eskinin sağ-sol ezberlerini aşan bir yönelim gelişti: devletçilik yerine toplumculuk, geleneksel bağlayıcılıklar yerine demokratik çoğulluk, ayrılıkçılık yerine birlikte yaşam; kıyaslanmak yerine özgür birey, erkek egemenliğinin yerine özgür kadın iradesi… Milliyetçilik değil, demokratik ulusçuluk esastı artık. Kimliğe değil zihne ve yaşama biçimine bakılır olmuştu.
Bu, sadece Kürt halkı için değil; tüm insanlık için geçerli bir özgürlük paradigmasıydı. Barışın, çoğulculuğun, demokratik toplumun ve insanlık onurunun peşinden giden bir arayıştı. Sosyalizmin de yeniden tariflendiği bir eşikti bu. Ne merkezci ve buyurgan bir sosyalizm, ne de eski dogmalar… Yerel, kadın özgürlükçü, doğayla barışık, demokratik bir toplumsallığın ipuçlarını taşıyan bir özgürlük arayışı…
Öcalan, “Toplumların özgürlüğü, kadın özgürlüğü olmadan mümkün değildir. Kadın özgür değilse toplum da özgür değildir” diyordu. Bu nedenle özgürlükçü Kürtlük, yalnızca etnik değil; etik, zihinsel ve toplumsal bir dönüşüm süreci olarak anlaşılıyordu.
Bugünkü karşılık ve zorlanma alanları
Bugün bu paradigma halk nezdinde hâlâ güçlü bir ilham kaynağı ve yön belirleyici olarak varlığını sürdürüyor. Belediyecilikten kadın kooperatiflerine, eğitim akademilerinden kültürel üretim alanlarına kadar pek çok yerde, bu paradigmanın somut karşılıklarını görmek mümkün. Ancak bu pratiğin önünde ciddi sınavlar da var.
- Kapitalist modernitenin kuşatması: Öcalan’ın sıkça vurguladığı gibi, kapitalist modernite “tekçi, sömürücü ve tüketim odaklı yaşam biçimini” dayatıyor. Bu kuşatma, özellikle genç kuşakları bireyci, hızlı tatmine dayalı bir yaşama çekiyor. Bu ise kolektif değerlerle çelişiyor, özgürlükçü Kürt kimliğini zayıflatıyor.
- Savaş koşulları ve psikolojik kuşatma: Devletin güvenlikçi politikaları ve süreklilik arz eden baskı hali, halkın bir kısmında yılgınlık, çekilme ve içe kapanma yaratıyor. Zihinlerde bir “yeni normal” olarak baskıyla yaşamaya alışmak, özgürlük duygusunu törpülüyor.
- Toplumsal dönüşümde eşitsizlikler: Kadın özgürlük çizgisi kadın toplumsallığında ciddi ve somut karşılık bulurken, geleneksel toplumun ataerkil kodları hâlâ ciddi bir sorunsallık alanı olarak kendini dayatıyor. Bu da paradigmanın halk içinde eşit ve homojen bir şekilde karşılık bulmasını zorlaştırıyor.
- İçsel eleştirinin zorunluluğu: Paradigma, kendi içindeki iktidar eğilimlerine, bürokratik alışkanlık ve konformizme karşı da uyanık olmayı gerektiriyor. Öcalan’ın ifadesiyle, “Kendini aşmayan hiçbir öncülük başarılı olamaz.” Özgürlükçü Kürtlük, sadece kimliğe değil, o kimliğin içeriğine ve pratiğine de yönelmelidir.
Yaşayan bir mücadele alanı
Tarihsel olarak “bir sesle var olma” çabasıyla başlayan bu süreç, bugün “bir paradigmayla yeniden ama özgür kurulma” aşamasındadır. Ve bu mücadele, bitmiş bir hikâye değil; yaşayan bir alan. Her gün yeniden tanımlanıyor, yeniden inşa ediliyor. Hepimiz için, savaşın “kolaycılığından” sıyrılıp toplumsal alanda sözü yeniden inşa etme sürecine “vira bismillah” deme zamanıdır.
Hayalin peşinden gerçeğin kuruluşuna yeni bir sıçrama yaparken, Abdullah Öcalan’ın şu sözleriyle bitirmek anlamlı olacaktır: “Demokratik modernite, ezilen halkların, kadınların ve tüm kimliklerin kendi hakikatleriyle, kendi demokratik örgütlenmeleriyle ve ortak yaşam pratikleriyle bir arada yaşayabilecekleri bir uygarlık seçeneğidir. Bu seçenek yaşanabilir kılınmadan insanlık için bir gelecek tahayyülü de mümkün değildir.”