Meltem İnci / İstanbul
Sansür ve baskıya karşı set emekçilerinin 5 Kasım 1977’de İstanbul’dan Ankara’ya yürüyüşünün üzerinden 42 yıl geçti. O dönemi anlatan “Yollara Düştük” belgeselinin yönetmeni Deniz Yeşil, oto sansürün de sinemayı tehdit ettiğini söyledi.
Bugün set işçilerinin mücadele günü. Tarihler 5 Kasım 1977’yi gösterirken, set işçisinden oyuncusuna ve yönetmenine kadar yüzlerce sinema emekçisi İstanbul’dan Ankara’ya üç günlük tarihi bir yürüyüş gerçekleştirdi. Sinema emekçilerinin bu tarihi yürüyüşünün amacı ‘sansür’e karşı mücadele etmek ve sosyal güvence haklarını almak için hükümete seslerini duyurabilmekti. Aynı gün, Taksim Meydanı’na vardıklarında ise 5 Kasım’ı Sinema Emekçilerinin Mücadele ve Bayram Günü olarak ilan ettiler. Bu vesileyle sinema emekçilerinin verdiği mücadeleyi anlatan ‘Yollara Düştük’ belgeselini yönetmen Deniz Yeşil ile konuştuk.
5 Kasım ‘Yollara Düştük’ belgeselinin yolu oluyor, peki sizi bu belgeseli çekmeye götüren yol neydi?
1977’nin kanlı 1 Mayıs’ının yaşandığı ve her gün sokak köşelerine genç bedenlerin düştüğü bir dönemde, sinema emekçileri nasıl olur da korkmaz veya küçük bir protestoyla yetinmez de üç güne varan bir eylem kararı alma cesareti gösterir? Bu sorunun cevabını çok merak ettim ve yürüyüş deneyimlerini onlardan dinlemek istedim. Sinema tarihimizde bir benzeri olmayan bu büyük birlikteliğin belgelenmesini, bugünün sinema emekçilerinin ve sinema öğrencilerinin de bu başarı hikâyesini mutlaka görmesi gerektiğini düşündüm. Beni bu yürüyüşün belgeselini yapmaya iten temel etkenler bunlar oldu. Türkiye sinema alanındaki bütün dernek ve sendikaların, her 5 Kasım’ı sinema emekçilerinin bir günü olarak etkinlik ve eylemlerle anması gerektiğini düşünüyorum. Neden sinema emekçilerinin senede bir gün bile olsa dayanıştığı ve taleplerini dillendirdiği sembolik bir günü olmasın? Ne güzel olurdu. Aslında o gün var, unutulmuş olsa da o gün “5 Kasım”dır ve Kamer Baba gibi sinemanın özgürlüğü için yürüyen sinema emekçileri tarafından belirlenmiş harika bir arka planı, hikâyesi vardır. Bu belgesel ile sinema emekçilerinin bir araya gelmelerinin mümkün olduğunu gösterebilmek kadar, 5 Kasım’ın öneminin yeniden hatırlanmasına katkı sunabilmek de benim için önemlidir.
Belgeselinizde, sinemanın muhalif ve hak talep eden bir yönüne tanık oluyoruz. O günden bugüne sinema ve iktidar ilişkisini siz nasıl yorumluyorsunuz? Yoksa dönemin ruhu içerisinde yapılmış bir karşı duruş muydu?
Türkân Şoray, Fatma Girik, Semra Özdamar, Tarık Akan, Kadir İnanır gibi ünlü oyuncuların büyük çoğunluğu o yürüyüşte yer aldı. Ayrıca Yavuz Özkan, Hakan Balamir ve Vedat Türkali gibi isimlerin büyük emeğinin yer aldığı bir yürüyüştü. Yeni yayınlanan sansür tüzüğüne karşı oyuncu ve yönetmenlerin başlattığı sürece, set emekçileri de dahil olmuş ve yürüyüşün önemli amaçları arasına sosyal güvence talebi de eklenmiştir. Ağır sansür nedeniyle filmlerin hiç çekilemiyor ya da gösterilemiyor olması nedeniyle yapımcı zarar ediyor, sinema emekçileri işsiz kalıyordu. Sansür, iyi senaryoların yazılması ve iyi filmlerin çekilmesini baştan riskli kılıyordu ve pek çok proje başlamadan iptal ediliyordu. 1970’lerin ikinci yarısına doğru seks filmlerinin sinema salonlarına hâkim olmaya başlaması ve televizyonun yaygınlaşması gibi nedenlerle halkın sinemalardan uzaklaşmaya başlaması da film sektörünün bir başka önemli kriziydi. Bu krizi çözecek bir devlet politikası yok, bir sinema kanunu yok ve sinema emekçilerinin hiçbir sosyal güvencesi yok. Sinema emekçilerinin var olma mücadelesi verdiği bir ortamda bu yürüyüş ortaya çıkmıştır. Yani meseleyi sadece kaos ve çatışma içinde olan bir ülkede böylesi bir sokak eylemine girmenin cesaret öyküsü olarak okumak eksik kalacaktır. O güçlü katılımla Ankara’ya kadar süren yürüyüş daha çok sinemanın kurtuluşu için yapılması zorunlu olan bir eylemdi. İktidarlar sinemayı, bırakın bir sanat dalı olarak görüp geliştirmeyi, bir ticari sektör olarak bile görmekte çok geç kalmıştır. İkisinden birini önemsese bir sinema kanunu çıkarırdı, film üretme koşullarına dair politikalar geliştirir ve sinemayı korurdu. Ancak tefeciler ve bölge işletmecileri arasında yalnız kalmış ve o sistemde yozlaşmış bir sektörden söz ediyoruz. 25 yıl çalışıp 25 gün bile sigorta primi ödenmemiş ve yaşlılığını sefalet içinde geçirmiş sinema emekçileriyle dolu bir tarihten söz ediyoruz.
Sinema ve set emekçilerinin çoğalarak örgütlenmesinin önündeki sektör içi ve Türkiye’nin yapısal problemleri açısından engel teşkil eden durumu nedir?
Sinema emekçilerinin, örgütlenmedeki zayıflığının arkasında hem üretim ilişkileri içindeki özgün konumu hem de dahil olduğu iş kolunun çıkmazı gibi dönemsel durumlar vardır. Sinema emekçilerinin, çoğunlukla proje bazlı çalışması, bir ya da iki aylık süreyle toplanıp dağılması, belirli bir işyerinin olmaması, set içinde oyuncudan ışıkçıya kadar herkesin çok farklı ücret ve çalışma koşullarına sahip olması, güvencesizlik gibi pek çok özgün koşulu onun diğer sektörlerdeki emekçilere göre örgütlenme olanağını hep daha zor kılmıştır.
‘Sektörün çoğu örgütsüz’
Sinema tarihimizde iki önemli grev vardır: 1964’daki Ar Film Stüdyosu grevi ve 1976’daki Acar Film Stüdyosu grevi… ikisi de belirli bir işyeri ve düzenli işi olan film stüdyosu işçileri tarafından yapılabilmiştir. Yani diğer işçi sınıfının üretim ilişkilerine çok benzer koşullara sahiptiler. Bu ve daha pek çok nedenden ötürü bakıldığında 1977 yürüyüşündeki birliktelik ve sonrasında 12 Eylül’e kadar olan dönem sinemamızın genel yapısını kıran ve yeni bir üretim, dayanışma olanağı kıran bir anlam taşımaktadır. Bugün sinema alanında var olan Oyuncular Sendikası, Sinema Televizyon Sendikası ve Sinema Emekçileri Sendikası kıymetli çalışmalar yapma çabasındalar ancak yine de sektörün çoğunluğu örgütsüzdür. Fakat DİSK, KESK gibi emek örgütlerinin bile pek çok iş kolunda hızla kan kaybettiği bir ortamda sinema emekçilerinin örgütsüzlüğünü biraz da genel sendikal, politik ve kültürel durum içinde okumak gerekir.
Yollara Düştük belgeseli sinema emekçileri için bir yol oldu mu?
Bir belgeselin önemli dönüşümler için kendi başına bir yol olma ihtimali çok zayıf da olsa bu belgeseli seyreden bir sinema emekçisi örgütlenmenin önemi üzerine tekrar düşündüyse ve hem çalışma koşulları hem de daha iyi bir sinema yaratısı adına örgütlenerek iyi sonuçlar alınabileceğine dair umudu bir parça yeşerttiyse, “Yollara Düştük” belgeseli amacına ulaşmıştır diyebiliriz. 1977 yürüyüşünden sonra sansür tamamen kalkmamış da olsa, sansüre takılan pek çok film gösterim izni alabilmiş ve en önemlisi derneklerin çoğu birleşip Sine-Sen adlı büyük bir sendika kurarak takım sözleşmelerinin yapıldığı bir ivme yakalanmıştır.
‘Otosansüre uğrayan eserlerin varlığı sayısız’
Geçmişten günümüze, form değiştiren sansür, yönetmen ve senaristler için bir otosansür doğurdu mu?
Elbette, doğurdu. Bir gazetecinin kaleminde, bir ressamın fırçasında olduğu gibi bir senaristin senaryosunda da doğurdu. Yasalar ile somut olarak sansürlenen eserlerin sayısı çoktur ancak daha yaratım aşamasında otosansüre uğrayan eserlerin varlığı sayısızdır. “Engellenir mi ya da başıma bir iş açar mı acaba?” otosansürünün yanı sıra “fon desteği alır mı”, “festivalden ödül kapar mı?” gibi hesaplarla da şekillenen eserlerin -daha doğru bir deyişle “iş”lerin- varlığı çok fazladır. Türkiye siyasal tarihi temel politikalarda bir devamlılık içerirken demokratik ve özgürlükçü adımlarda hep zikzaklar taşır. Bu yapı içinde üretilen kültürel işler ve sanat eserleri de bir gün yasaklanırken gün gelir baş tacı edilir. Örneğin, Metin Erksan’ın 1963 yapımı Susuz Yaz filmi önce yasaklanırken sonra uluslararası ödül aldığında devletin “gurur kaynağı” olur. Ya da Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun yönetmenliğinde çekilen Bakur filmi sonrasında yaşananlarda olduğu gibi, resmi kurumlarca yürütülen bir barış sürecinde gelişmelere tanıklık eden bir film çekilip rahatlıkla gösterimler yapabilirken, ülkede bir anda barış süreci bitirilebilir ve o filmi yaptığınız için hapis cezası alabilirsiniz. Siyasal ve kültürel alandaki bu kırılganlık ve engelleme maalesef pek çok yaratıcıyı özgür üretimden ve izleyiciden uzaklaştıran bir sonuç yaratmıştır. İşçi Filmleri Festivali, Documentarist gibi özgür ve cesur festivaller güçlenir ve sayıları artar ise bağımsız filmlerin izleyici ile buluşması o oranda mümkün olur. Dijital platformlar da yeni imkânlar sunmaya başlamıştır.