“Acaba Öcalan nasıl bir çağrı yapacak?”
Bu soru AKP, CHP ve diğer sistem içi partilerin tabanına bir kamuoyu şirketi tarafından sorulsa, sorunun cevapları bu tabanın görülmemiş bir merak içinde olduğunu gösterir. Yüzde doksan dokuzluk bir sonuç beklerim.
Aynı soru Dem Parti tabanına sorulsa, “meraklı” olanların oranı, biraz abartayım yüzde birlik bir sayı ancak olur.
Sebebi çok açık. Çünkü sözünü ettiğim sistem içi partiler Öcalan’ı tanımaz. Daha doğrusu Erdoğan rejiminin tanıttığı kadar tanır. Demek ki, kesin olarak tanıyamaz. Buna karşılık Dem Parti tabanı Öcalan’ı tanır. Ne diyeceğini bilir. Bildiklerini de elbette “merak” etmez.
“Ne diyeceğini bilir” derken, çağrı metnini bildiklerini söylemiyorum. O metinde ne yazarsa yazsın, Dem Parti tabanı Öcalan’ın bu çağrıyı yalnız Kürt halkının değil, Türk halkının, Arap halkının, Fars halkının ve tüm Ortadoğulu Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Ezidi halklarının özgürlüğü, refahı ve onuru için yaptığını, PKK’nin ilk kurulduğu andan bugüne kadarki tecrübeleriyle ezbere bilir.
“Meraklılar”, Öcalan hakkındaki cehaletleri yüzünden meraklanmaktadırlar. “Acaba silahları gömün mü diyecek, PKK’nin dağıtılması çağrısını mı yapacak, yoksa hiç akla gelmeyen bir şey mi söyleyecek” diye merak hummasına kapılmışlardır. Bahçeli “haydi çağrı yap” derken, sözünü ettiğim partilerin meraktan çatlayacak hale geldiğini anlatıyor. Yani inisiyatif Öcalan’da.
Ben, sağlam bir yurtsever olan komşuma soruyorum: “Merak ediyor musun?” “Etmiyorum” diyor. “Merak edilecek bir şey yok, ben merak etmediğim çağrıda Başkan ne derse desin, bu çağrıdan sonra devletin ne yapacağını merak ediyorum?”
O sırada aklıma böyle bir “merak” gelmemişti. Sordum: “Devletin ne yapacağını neden merak ediyorsun?
Komşum, elit yazarların tabiriyle söyleyeyim, bir “çarıklı erkan-ı harp”, ilk okulu bile okumamış. Tedrisatı Apocu hareketin saflarında gerçekleşmiş. Cevabı müthişti: “Kırkharamiler bizden haraç istiyor, sayıları çok, silahları müthiş. Elbette halkımızın canını kurtarmak için haracı vereceğiz, lakin Kırkharamiler haraçla yetinmiyor, bir de başımızdaki Öcalan’ı istiyorlar, çağrı yapsın, istediğimiz haracı versin, ama isterse tecridi kaldıralım, umut hakkını tanıyalım, hatta etrafı MİT’imizle, Özel Harekatımızla kuşatılan ev hapsinde kalsın, ama elimizde olsun diyorlar, işte biz buna karşıyız, Öcalan ‘beni bırakın, siz gidin canınızı kurtarın’ dese de biz ona itiraz ediyoruz, haracı veririz, seni vermeyiz diyoruz.”
Emin olun, önce ne dediğini anlayamadım. “Durumunuz bu kadar umutsuz mu?” diye sordum. Güldü. “lafın gelişi” dedi, “durumumuz umutsuz değil, lakin şu andaki dünya durumunda yayı geriye doğru çekmeliyiz ki, zamanı geldiğinde oku hedefe gönderelim”. Ardından ekledi: “Başkan Öcalan o yayı İmralı’da esaret altındayken kimsenin çekemeyeceği kadar geriye çeker, bu gücü, teorik ve pratik, her bakımdan var, ama esaretteyken parmağını çekip, oku hedefe gönderemez, kapılar kapalı, duvarlar granit. Ok geri döner. Maazallah Önderliği vurur. Başkan yayı geriye doğru ne kadar çekerse çeksin, oku serbest bırakamayacaksa, O’nun harcadığı enerjiye, doğuracağı risklere yazık. Bize de yazık. Çünkü bizim onun elindeki yaydan daha zayıf olsa da okumuz da var, yayımız da var, Düşman panik halinde. Okumuzu da yayımızı da ‘bırakın’ dese bırakırız da, Başkan elindeki yayla oku hedefe özgürce yöneltme hakkını elde edecek mi, edemeyecek mi, işte biz bunu merak etmekteyiz.”
“Ape Musa’dan öğrenmişsin, Ezop diliyle konuşursun, biraz daha açık konuş” dedim.
“Önderlik çağrısıyla bir miktar devlete, bir miktar bize seslenecek. Hepimiz bize sesleneceğine, daha sesini duymadan baş göz üstüne demişiz. Devletten ses yok nefes yok. Eğer bu devlet kendisine verileni cebine indirir, Öcalan’a şartsız şurtsuz özgürlük vermezse, biz de bize İmralı’dan gelen sesi duymayız. Çünkü biz Öcalan’ın esaret altında değil, özgürlükteki sesine hasret kalmışız.”
Bu sözlerden sonra muhabbeti koyulaştırdık. Komşum çoşmuş anlattı da anlattı. “Brej Veysi, dedi, sen Kırkharamilere vereceğimiz haracı, devletle yaptığımız müzakerede ödeyeceğimiz bedeli boş ver. Öcalan’ın İmralı kapısından çıktığı günü düşün. O gün bayram günümüzdür. Komplo günü verdiğimiz şehitlerin kabirlerinde o gün çiçekler açar. Sapsarı, kıpkırmızı, yemyeşil olur Kürdistan. Öcalan o gün Gandi gibi, yalınayak Gemlik’den Amed’e, Amed’den, Rojhilat ve Başur cihetine “bir yürüyüş eyler”. Önce yüzbinler, sonra milyonlar, Kürdüyle, Türkiyle, Arabıyla, Farsıyla, Ermenisiyle, hatta Yahudisiyle, Alevisiyle Sünnisiyle, Medine Sözleşmesinin “ümmeti”, yani çağımızın “demokratik ulusu” Fırat olur, Dicle olur, Kızılırmak olur, Yeşilırmak olur, Basra’ya akar, Ortadoğu’nun çölleşmiş toprağında yeniden uygarlık doğar, insanlık tarihinde İlk “demokratik modernitenin” doğduğu Mezopotamya’da, özgürlük silahlarının da düşman silahlarının da “gömüldüğü” o kutsal toprakta yeniden bir buğday tohumu filiz verir. Hasat silahla yapılmaz, eski yunanda dendiği gibi, “silahları eritip saban yapıldığı zaman” barış da gelir, hürriyet de gelir, refah da gelir.
“Silahsız yürünür mü?” diye sordum. Komşum bir bilge edasıyla “ilk adım silahla atılır son adım silahsız” dedi. Ocaktaki cezvede mırra kaynıyordu, bir fincan mırra ikram etti.
Komşumun on yaşındaki küçük kızı o sırada bez bebeğini uyuturken, hem bizim mırıl mırıl konuşmalarımızı dinliyor hem gözleri yavaş yavaş kapanıyor hem de oyuncak bebeğine şu masalı anlatıyordu:
“Bir varmış bir yokmuş, bir Dehak ile bir de Kawa varmış, Dehak Saray’da, Kawa zindandaymış, derken bir şimşek çakmış, gök gürlemiş, Saray yıkılmış, zindan kapıları açılmış, melekler dokununca Kawa birden Öcalan olmuş, O bebeğime, bebeğim Öcalan’a kavuşmuş, gökten üç elma düşmüş, biri sana, biri Öcalan’a, biri de bu masalı anlatan Kürdün kızına…”